Web Analytics
Ekonominin Yeni Temelleri: Bir Graeber Okuması | Can Başkent

Can Başkent

EKONOMİNİN YENİ TEMELLERİ: BİR GRAEBER OKUMASI

CAN BAŞKENT

0.

Sol ekonomik kuramın son zamanlarda fikri manada tökezlemesinin altında birçok neden bulunabilir. Bunlardan bence en ilginci, ekonominin temelleri üzerine bildiklerimizin ve düşündüklerimizin son yıllarda ciddi bir şekilde değişmesidir. 1960’larda, gerek Chicago gerek Princeton ekonomi okullarının giderek artan bir şekilde matematikselleşmesi; bu sürecin Avusturya ekolünden gelen ekonomistleri, Princeton’daki polimat John von Neumann ile buluşturup ekonomi sahasının en çığır açıcı alanlarından biri olan oyun kuramını yaratması, son yarım asırda ekonominin temellerine dair algımızı değiştiren önemli gelişmelerden sadece birkaçı.

Oyun kuramının temel kabüllerinden biri olan pragmatist rasyonellik ve bu rasyonelliğin icra şekli olan bencilliğin mikro-ekonomide baskın kuram olması, solun hala pek irdelemediği alanlardan biri olarak beliriyor. Oyun kuramı, her ne kadar tanım itibariyle, çok daha geniş ve kuramsal bir alana seslense de, pratikte, üniversitelerde ve araştırma kurumlarında ve iktisat okullarında, Amerikan tarzı kapitalizmi gerekçelendirir bir şekilde işlenmekte. ABD’nin en büyük ekonomi okullarında doktora yapanlar giderek artan oranda matematikçilerden oluşmakta ve bu matematikçiler Marx’a dair tek satır okumadan ekonomi doktoru olabilmekte.

1.

Oyun kuramının önemli önkabüllerinden biri olan pragmatist bencillik, iktisadın temellerinde kendine epey ilginç bir yer bulur. İktisadi ilerlemecilik, rekabet, özel mülkiyet ve kapitalizmin birçok temel kavramı, öyle ya da böyle, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bencilliğe, ki bu bencillik rasyonel davranış olarak da kutsanır, indirgenebilir. Bu bencillikle kastedilen, “rasyonel eylemin” literatürde “kendi çıkarınızı en fazla arttıran eylem” olarak tanımlanmasıdır. Dolayısıyla, fedakarsanız, kısa vadeli zevklerin peşindeyseniz, pahada fazla olan şeyleri tercih etmiyorsanız, basitçe tarif etmek gerekirse, rasyonel değilsinizdir.

Zamanla, Sorbonne ekonomistlerinden Bernard Guerrien’ın da başını çektiği Gerçek Dünya Ekonomisi (Real World Economics) hareketi tarafından, matematikselleştirilmesi ve sosyal bilimler sahasından giderek daha da uzaklaşması eleştirilegelse de, ekonomi bilminin “tuhaflaşması” hala net bir şekilde değerlendirilmiyor. Bencil öznelerin, menfaatleri uğruna, serbest bir pazarda, devlet ve kamu baskısı olmadan değiş-tokuş ve hatta takas yapması olarak algılanagelen ekonomi biliminin, daha en temel tanımında ve başat ilkelerinde, matematiğinde anlaşamıyoruz.

Bu anlaşamama halinin, sosyalizm ve kapitalizm gibi apayrı iktisadi okullar arasında doğal görülmesi gerekiyor elbette. Ancak, meselenin diğer boyutu da, yani kapitalizmin temel kavramlarıyla anlaşamamamız, ekonominin temellerine dair algılarımızın ve bilgilerimizin, günümüz dünyasında da, klasik metinlere tekrar tekrar geri dönmenin haricinde yeniden inşasını gerektiriyor. Acaba, ekonomik ilişkilerin ardındaki itki nedir? Paranın, iktisadi değerin ortaya çıkışı nasıl olmuştur? Ekonomi bir değer biçme ve paylaşma bilmiyse, bunu matematiği dışlamadan nasıl becerebiliriz? Paranın değeri nasıl belirlenir?

2.

Bu ve benzeri soruları yanıtlamak için artık elimizde epey kapsamlı bir araştırma var. Son yılların gözde antropologlarından David Graeber’in 2011’de yayınlanan kitabı ‘Borç’ (Debt: The First 5000 Years), bu sorulara her iki cenahın da göz ardı edemeyeceği yanıtlar veriyor.

Çalışmanın en önemli tezlerinden biri paranın ve ekonominin doğuşunda takasın rolüne dair ezbere bildiklerimizin yanlış olduğudur. Bu meselenin çözümlemesine değinirken, yazarın daha ilginç bir çıkış noktası var: Borçlarımızı neden geri ödemeliyiz? Neden böyle bir ahlaki yükümlülük altındayız? Bu, Konfüçyus ve Muhammed dahil egemen ahlaka hakim olan moral diskurların ötesinde bir iktisadi kavram mıdır? Borç, şartların eşit olmadığı, borç alan ve borç veren arasında siyasi ve iktisadi bir uçurum olduğu vakit de geri ödenmeli midir? Diğer bir deyişle, üçüncü dünya ülkelerinin borçları silinmeli midir?

Kuşkusuz bu retorik, kolonyalist bir söylemdir. Sömürge tarihi bu varsayıma dayanan birçok kıyımla ve zulümle doludur. Düyun-u Umumiye ve Varlık Vergisi gibi aşina olduklarımızın ötesinde, kolonyalizmin işgal ettikleri ülkelere mali faturalar kesmesi ve işgal edilen halkın bu faturaları ödemelerini sağlamaları için türlü türlü şiddet ve vahşet uygulamaları bilindik örneklerdir. Belki daha az bilinen veya görmezden gelinense, kolonyalizm sonrasında dahi ülkelerin bu borcu yıllarca ödemesidir (ki bu da bize aşina olmalıdır). Örneğin, Graeber, bir antropolog olarak uzun yıllar geçirdiği Madagaskar örneğini kitapta sıklıkla kullanmakta ve Madagaskar’ın da Fransa’ya yıllarca, kimsenin itirazı olmadan, borcunu ödemesini de bir örnek olarak sunmaktadır. Bu borç, işgalin borcudur, işgal edilmenin borcudur.

3.

Graeber evvela ekonomi tarihinin temel taşlarından olagelmiş takas teorisini ele almakta. Graeber’in takas miti olarak adlandırdığı, iktisadi ilişkilerin takasla başladığı iddiasını reddedişi kitabın ilk tezlerinden biri. Ekonomiye Giriş derslerinde bile sanki çok değişmez bir kuralmış ve tarih sanki başka şekilde işleyemezmişcesine bir edayla anlatılagelen takas miti, Graeber’e göre tarihsel ve antropolojik kanıtlarla desteklenememektedir. Diğer bir deyişle, fi tarihte, elinde fazla buğday olanla fazladan patatesi olan, neredeyse hiç bir kültürde bir pazaryerinde buluşup ellerindeki takas etmeye kalkışmamıştır. Hatta, Graeber’e göre, bu takasçılık var olmadığı gibi paranın kökeni de değildir, zira “antropologların paranın kökenleri üzerine basit ve ilginç bir teori geliştirememelerinin nedeni, böyle tek bir teori olabileceğine inanmak için bir nedenimizin olmamasıdır”.

Kuşkusuz, biraz düşününce, bu yöntemin on yirmi yıl için bile sürdürülür olmadığı görülür. Zira, takas mitini inşa ederken aklımızın bir köşesinde tuttuğumuz “değer” kavramının kendisi oluşmadan önce, takas mümkün olabilir bir şey değildir. Takas edeceğim buğday karşılığında ne kadar patates alacağımı nasıl bilebilirim? Belki, o yıl şansım yaver gitmiştir ve elimde çuval çuval fazla buğday vardır. Acaba bu beni zengin mi eder, yoksa buğdayımın değerini mi düşürür? Benim buğday yetiştirirken harcadığım emeğin, patates yetiştirirken harcanan emekle mukayesi ne kadar mümkündür?

Takas mitinin altında yatan, anakronik bir tarih inşasıdır. Ancak bu tarih inşasıyla beraber, yazının başında değindiğim oyun kuramı da kapitalist bir değer teorisi olarak inşa edilmektedir. Graeber’den öğreniyoruz ki, tarihsel veriler bu gelişime bu şekliyle işaret etmemektedir. Graeber, hatta biraz daha ileri gitmekte ve dünyada “neredeyse sonsuz çeşitlikte ekonomik sistemler keşfedildiğini”, ancak hiçbirinde başlıca ekonomik işleyişin “ineğin için sana 20 tavuk vereyim” şeklinde olmadığına değinmektedir. Graeber, bu anlayışın kökenlerini Adam Smith’e kadar götüremektedir.

Buradaki sorunu biraz daha eşelemekte fayda var. Takas mitinin sorunlarından biri, takas yapanın bir “çıpa”ya ihtiyaç duymasıdır - diğer bir deyişle kafasında elindeki bir çuval buğdayın neye denk olduğuna dair bir fikri olmayan bir insan takas yapamaz. Bu çıpanın var olabilmesi içinse değer kavramına ihtiyacımız vardır. Bu değer, paradır. Takas, bu nedenle de paradan önce ortaya çıkamaz - zira takas parasız alışveriştir, ama paranın temsil ettiği değeri ve kavramı yine de kullanır. Aksi takdirde, bir çuval buğdayın kaç çuval patatese bedel olduğuna karar verilemez. Belki, rasgele bir değer verilir elbet, ancak bu sürdürülebilir bir ekonomi yaratamaz. Bir kış sonrası, rasgele değer belirleyen kabile ölür gider açlıktan.

4.

Peki takas değilse, nedir ekonomik kavramların temeli? Graeber’in buna yanıtı “borç”, diğer bir ifadeyle “kredi”dir.

Kredi sistemiyle kastedilen, bir veresiye - borç defteridir. Veresiye defterinin en mühim özelliği, deftere borç verilen ya da satılan şeylerin yazılmasıdır. “Ayşe’nin Ahmet’e iki çuval patates borcu var” gibi bir listeleme üzerine kurulan bir kredi sistemidir söz edilen. Borç da bu anlamda sanal paradır.

Graeber, cesur bir şekilde “Takasla başlayıp sonra parayı ve nihayetinde de kredi sistemlerini” geliştirmediğimizi, hatta bunun “tam tersi şekilde” meydana geldiğini iddia etmektedir. Bu, fiziksel bir sembol olan paranın ortaya çıkışından çok önceleri soyut bir borç ve kredi sistemi olduğu anlamına gelmektedir. Para da, bu manada bir değer ölçüsü değil, bir “borç” ölçüsüdür.

Bu manada, geleneksel olarak finansta paranın bir “karşılığı” olduğu, bu karşılığın da altın olduğu anlatılagelir. En azından ABD’de Fed’in bastığı paraların, ABD hazinesinde altın olarak karşılığı olduğu varsayılır. Burada, aslında ciddi bir sorun var. Peki o zaman altının değeri nedir? Onsu 1300 dolar mı olmalı, 1200 mü? Bunun öyküsü de zaten, ABD tarihinin ilginç açılımlarından biridir. Fiyatı devlet tarafından kontrol edilen altının değerinin serbest piyasaya bırakılması paranın değerinin ne olduğunu, paranın değerinin neye karşılık geldiği gibi meselelerde ciddi bir bulanıklık yaratmıştır. Peki, altının değeri de değişkense, üzerinde 20$ yazan bir kağıt parçasının karşılığı, mutlak karşılığı nedir? Fiyatı sürekli değişen başka bir para birimi, başka bir kağıt parçası mı? Yoksa, yine fiyatı sürekli değişen bir miktar buğday ya da pamuk mu?

Burası, Graeber’in çalışmasının en heyecan verici noktalarından biri. Eğer, para bir borç takip mekanizması, bir “sana bu kadar borcum var” sembolüyse, bu borçlar ödenince ne olacak?

Graeber’e göre, bu mekanizmanın işleyebilmesi için borçların asla ödenmemesi gerekmektedir. Borç ödenirse, borç ortadan kalkar, borcu sembolize eden para da kıymetini kaybeder ve bir kağıt parçasına dönüşür.

Graeber, İngiliz Merkez Bankası’nın (Bank of England) 1694’te kuruluş öyküsünü bu açmazın bir örneği olarak sunar: “1694’te bir grup İngiliz bankacı krala 1.2 milyon sterlin borç verir. Bunun karşılığında da banknot basma hakkını elde ederler. Bunun pratikteki anlamıysa, bankacıların kraldan alacaklarını parça parça krallıkta yaşayan, kendilerinden kredi almak isteyen ya da kendi bankalarına para yatırmak isteyen herhangi birine verebilecek olmalarıdır. Yani, yarattıkları kraliyet borcunu piyasaya sürmüş ve ‘paralaştırmış’ oldular. Fakat bunun işleyebilmesinin tek yolu, başta krala verilen borcun ödenmemesidir. Günümüze dek hala bu borç ödenmemiştir. Ödenemez. Ödenebilseydi, İngiltere’deki bütün finans sistemi yok olurdu”. Özetle, para borcun, kapanmayan ya da kapatılmak istenmeyen borcun ve kredinin karşılığıdır.

5.

Bu noktada, değinilmesi gereken diğer bir nokta vergidir. Eğer, paranın geleneksel bir şekilde anlatılagelen tarihinin ve Adam Smith’in tahmin ettiği gibi, altın ve gümüş pazarların doğal gelişimi sonucu, devletlerden bağımsız bir şekilde paranın karşılığı olduysa, devletler neden hala vergi ister? Eğer, paranın karşılığı altınsa, neden devlet o zaman altının kontrolünü, eski çağlardaki gibi tekeline almaz? Hatta hatta, altın ve gümüş gibi “değerli” madenler kontrol altına alındıysa, neden “krallar bu madenleri demir para haline getirip tebaasına dağıtır, sonra da tebaasından bu paranın bir kısmını geri vermelerini ister”.

Bu bariz çelişki, kapitalizmin “parayı döndürmek” ve ticaret üzerine yaptığı vurguda kendini açık eder. Parayı “ekonomiye katmak” istiyorsanız, yastık altında bırakmamalı, bankaya yatırmalı, banka paranızı başkasına “satmalı” ya da en güzeli alışverişte kullanmalısınız paranızı ki ekonomi canlansın! Dolayısıyla, takas ettiğimiz aslında borç senetleridir ve alışveriş de borçları birbirimize transfer etmektir. Eh, sormamak mümkün mü? Orijinal günah gibi, orijinal borç nedir? Kimin kime borcudur?

Kapitalist teori, bu borç kuramının üzerinde kavramsal olarak harcaması gereken düşünsel emeği, pazar’ın ve piyasa’nın inşasına vakfeder. Paranın nereden geldiği, nasıl yaratıldığından ziyade, nasıl koşullar altında, kimler arasında, yani nasıl bir pazarda değiş tokuş yapılacağıyla ilgilenir kapitalist ekonomi. Bu da oyun kuramı için gayet uygun bir platformdur. Hangi hamlenin, hangi açık arttırmanın, hangi fiyatlandırmanın en çıkarcı olduğunu anlamak, ta başta bu hamlelerin bu takasın neden yapıldığı sorusuna yanıt aramakla zaman harcamayı gerektirmez oyun kuramı açısından. “Oyun” bellidir, ancak neden oynadığımız pek belli değildir. Kısacası, bu orijinal günahın nereden çıktığı hala muammadır. Hatta, dinden tutun da epik orta çağ krallıklarının mitoslarına kadar bu orijinal borca dair birer açıklama buluruz her kültürde. Devlet bizi var ettiği için ona “borçluyuzdur”; tanrı bizi biz ettiği, bize varlık ve can bağışladığı için ona “borçluyuzdur”; eğitimimiz ve sağlığımız, sosyal çevremiz için topluma “borçluyuzdur”. Ancak popüler mitolojilerin ötesinde, süregiden iktisadi sistemde bu borcun nereden çıktığı hala yeterince ele alınmamaktadır.

Graeber’e göre bu “20. yüzyılın büyük tuzağıdır. Bir yanda, birbirimize hiçbir borcumuz olmadan, içine bireyler olarak dahil olduğumuzu hayal ettiğimiz piyasanın mantığı, bir yanda da, baştan beri hiçbir şekilde tamamen ödeyemeyeceğimiz bir borçla yola çıktığımız devletin mantığı. Bu sahte bir karşıtlıktır. Devletler piyasayı yaratmıştır, piyasaların da devlete ihtiyacı vardır.”

6.

Piyasa ve devlet ilişkisinin, kapitalizmden eleştirisinden ziyade, anarşizm destekçisi bir argüman olduğunu düşünüyorum. Zira, eğer piyasalar ve devletler arasındaki ilişki, kapitalizmin iktisadi (ama sadece iktisadi) boyutunu aşıyorsa, sorun aslında kapitalist üretim şekillerinden ziyade, kapitalizme yönelik devlet korumacılığıdır. Yani, yolsuzluklar, sahtekarlıklar, bencillik ve sömürü kapitalizmin değil, devlet tarafından kollanan kapitalizmin birer irinidir. Çözüm de kapitalizmi lağvetmekten önce, devleti lağvetmektir.

Zira, mesele sosyalist ya da kapitalist, piyasanın kendisi değil, bu piyasanın egemen ideolojisinin devleti ele geçirmesi, daha da önemli bir şekilde, böyle bir devletin, bir kurum ve pratik olarak var olmasıdır. Dolayısıyla, devlet diye bir şey olmasa, kapitalizmin “kusurları” da mümkün mertebe törpülenecektir. Belki de özgürlükçü ve adil bir piyasa ekonomisi dahi mümkün olabilecektir.

7.

Bu duruma çözüm komünizmdir Graeber’e göre. Bu komünizm, takas ve karşılıklılık ilkesine dayanmayan, ama yine de karşılıklı sorumluluklar ve beklentiler içeren bir kavramsallaştırmadır. Karşılıklılık, bu manada takastan farklıdır. Apayrı bir zihniyetle, apayrı bir “ahlaki mantıkla” işlemektedir.

Graeber’in komünizm tanımı, çoğumuzun aklının bir köşesine kazılı mistik ve romantik hayalin ötesindedir. Graeber’e göre komünizm, zaten kırıntı olarak da olsa gündelik hayatlarımızda, sosyal ilişkilerimizde hali hazırda var olmaktadır. İnsanların küçük kibarlıkları ve jestlerinden tutun da, ekonomik ya da doğal felaketlerden sonra komünist bir şekilde oluşturulan dayanışma ağları bu komünizmin birer örnekleridir. Hatta, kimi zaman bir çok kapitalist şirket, kendi içinde komünistçe işler - Silikon Vadisi şirketlerinin ilk dönemleri bunun en şaşırtıcı örneklerindendir. Zira, Graeber’e göre “komünizm, tüm insan sosyalleşmesinin temelidir”.

Graeber, rakamsal mukayesenin ötesine geçen, mütekabiliyet ilkesinin, karşılıkçılığın olmadığı birçok antropolijik bulguya değinir. Örneğin, benim iki çuval buğdayıma, senin üç kasa elma vermen, bu komünist algıyla şöyle yorumlanacaktır: eğer senin daha fazla elman ‘olsaydı’, bunu verirdin; benim de daha fazla buğdayım ‘olsaydı’, verirdim.

8.

Peki bu ahlaktan, borç ahlakına nasıl geçtik? Yolda bize adres soran kişinin bize borçlu olduğu fikrine nasıl kapıldık? Çok değil, yakın geçmişte, arkadaşlarımıza verdiğimiz ama geri alamadığımız kitaplar bizde romantik bir tebessüm yaratırken, artık neden bir “borç” hissiyatı yaratıyor? Neden artık her şeyi karşılıklılık ve mütekabiliyet ilkesi üzerinden okuyoruz? “Neden insanlar arasındaki ahlaki yükümlülükleri artık ‘borç’ olarak kodluyoruz?

Oyun kuramının devreye girdiği yer burası. Oyun kuramına göre, en iyi hamle, en fazla kar getiren hamledir. En kötü hamle de, en fazla zarar veren. Rafınızda duran kitap, arkadaşınızın rafında duran kitaba göre size daha fazla menfaat getirir.

Bu zihniyetin, mantığın arkasında, inanması güç biliyorum, çok çocukça bir neden vardır. Oyun kuramında tercihlerimizi karşılaştırmak için basit mukayese ilişkileri yanında rakamlar da kullanılır. Rakamları karşılaştırmak kolaydır, rakamsal karşılaştırmalar tercihlerimiz hakkında daha fazla bilgi verir, rakamsal yapılar şık matematik modeller ortaya çıkarır ve arkalarında binlerce yıllık bir kuram vardır, entelektüeller bu rakamlarla oynamayı severler. En basit matematiksel gerçekler dahi, matematikçilerin elinde birer deryaya dönüşür - Nash’in ünlü teoremi de bu manada basit ve temel matematik gerçeklere dayanır. Takas ve alışveriş, rakamlar dünyasında basit aritmetiğe indirgenir. Ahlakın sayısallaştırılması zorken, borç kolaylıkla rakamlara dökülebilir. Bu da kuramın temel öğelerinin nasıl ortaya çıktığının, nasıl kar/zarar hesabının en basit tercihlerde ve kararlarda belirleyici parametre olduğunu anlatır.

9.

Peki, bu kadar kusurlu temellere dayanan bu sistem nasıl oluyor da hala ayakta kalıyor? Eğer oyun kuramı, gerçeklikten bu kadar uzakta, matematiksel girdabında boğulan bir yapıysa, neden bu hala görülemiyor? Bu sorunun yanıtları kuşkusuz bu makalenin kapsamında değil. Ancak, oyun teorisine alternatif matematiksel ve kuramsal temeller inşa etmeye yönelik araştırmaların ve çalışmaların olduğuna işaret etmekle yetinelim bu yazıda.

Öte yandan, bu akla aykırı görünen finans sisteminin nasıl hayatta kalabildiğine baktığımızda ABD para sisteminin oldukça ilginç bir örneklem olduğunu görüyoruz. Belki, günümüz dünyasını anlamanın yolununun Amerika’yı anlamaktan geçtiğini düşünmemdendir, Graeber’in ABD sistemi üzerine sunduğu değiniler, borç ve kredi sisteminin nasıl şekillendiğini oldukça net bir şekilde izah ediyor. Burada Graeber’in üzerinde durduğu iki nokta var. Bunlardan ilki, 1970’lerde Nixon’un altın-dolar paritesini serbestleştirmesidir. Bunun anlamı, bir kağıt parçasının “gerçek değerinin” yok olması, paritenin serbestleşmesidir. İkincisi de Amerikan Merkez Bankası olarak adlandırılan Fed’in (The Federal Reserve) yapısıdır. Fed, bilindiği gibi bir devlet kuruluşu değil, aksine, başkanı ABD Kongresi’nin onayından geçerek ABD Başkanı tarafından atanan, ancak bunun dışında kamusal bir denetimi olmayan bir kuruluştur. Yukarıda da değindiğimiz İngiliz Merkez Bankası gibi, Fed de ABD Devleti’nden hazine bonoları alıp bunun karşılığında devlete bu borcun karşılığı olan parayı basar. İşin tuhafı, 17. yüzyılda altın karşılığı verilen borcun aksine, Fed’in dahil olduğu borç çarkının maddi bir karşılığı yoktur. Haliyle, hayali demeyelim ama, sanal bir alışverişin karşılığı olan sanal bir paranın karşılığıdır bu para. Bu, borç ekonomisidir. Unutulmamalıdır ki bu sistem 2007’de başlayan ekonomik krizin başlıca mimarlarındandır.

10.

Tüm bu yeni-ekonomi, paranın aslında bir özü ya da bir karşılığı olmadığına dair olan tezi, Graeber’in de hemfikir olduğu tezi destekliyor. Borç, Graeber’e göre “matematik ve zor kullanmayla çürütülmüş bir vaattir”. Bunun karşılığı olan parayla yaratılan ekonominin ne olduğunu, nasıl bir zor kullanmayla ayakta durduğunu anımsatmamıza gerek yok. Bu yazının başındaysa, bu ekonominin nasıl bir matematikle ayakta durduğunu izah etmeye çalıştık.

Sonuç olarak, Graeber’in kapsamlı çalışması, aldığı eleştirilere rağmen, ekonomiye sol perspektiften bakanlar için ufuk açıcı veriler ve daha da önemlisi bir umut sunuyor. Bununla birlikte, değiştirmek istediğimiz ekonominin temel kavramlarını yeniden sorgulamamızı sağlıyor. Bu yeniden sorgulama, mağluplar liginde mücadele etmek istemiyorsak, yeni bir dil ve teori yaratmalıdır. Bu dil ve teorinin yeniliğiyse, eskiyi ne kadar iyi anladığımızla doğrudan bağlıdır. Graeber’in eseri, bu bağlamda “geleceğin eskisini” anlamak için yazılmış en başarılı çalışmalardan biri olarak derinlenmesine incelenmeyi bekliyor.

http://www.birikimdergisi.com/birikim/birikim.aspx?did=1&dsid=445&dergi=Birikim%20Say%FD%20297



Hamiş: Graeber alıntılarını özetleyerek ben çevirdim.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.