Web Analytics
Timur Danış Röportajı | Can Başkent

Can Başkent

TİMUR DANIŞ RÖPORTAJI

CAN BAŞKENT

Biraz kendinden söz eder misin? Yıllar önce fanzin çıkardığını biliyorum, doğru mu hatırlıyorum? Barbara, Yunus ve Kader nasıllar?
Aslında, karşılıklı oturup konuşmayı arzu ederdim. Böylelikle yaptığımız “daha röportaj” olurdu. Şimdi karşılıklı konuşmanın bir röportaja katacağı ne varsa mahrum kalmış olacağız; örneğin benimle konuşmak için evime gelseydiniz, bir çay demlerdim ayrıca size ekmekle kaşarlı tost yapardım. Şimdi ise, kendime bir çay demleyip, kaşarlı tost yapıp sorularınıza yanıt vermeyi deneyeceğim. Dilerim, parıltılı şeyler söylerim. Evet yıllar önce, 1987’de Karga’yı çıkardım. Karga’dan konuşmaya başlayınca kendimden de bahsetmeye başladığımı hissettim. Karga’yı çıkarmadan önce endüstriyel bir kuruluşta altı sene çalışmış, ayrılmış, bir sene, şimdi de oturduğum evimde, şiirler yazmış, bu şiirleri kurşun harflerle dizmiş sonra da el baskı makinası ile basmıştım. Bu baskıyı yaparken, bir sayfayı basmak için kurşun harfleri dizmek, basmak ve dağıtmak bir günümü alıyordu. Bu yaptığım benim için harika bir “meditasyon”du; altı yıllık parçalanmamın ardından, her dizdiğim harf kendime dönmeme yardım etmişti. Bu şiir dizme günlerinin ardından, yaz geldi ve ben bir gün Yalova sahillerinden yürümeye başladım. O yaz Marmara’nın güney kıyılarında yürüyüşler yaptım ve eylülde de İstanbul’da Karga’yı yazıp, basmaya başladım. Hayatımın en mutlu günleriydi. Sabah erken kalkıp Burgazada’ya gidiyor, denize girip, midye çıkarıyor, akşam eve dönüp bira ile midye sosu yapıp, bir kutu da pilaki açıp yiyor, daktilonun başına oturup Karga’yı yazıyordum. Sonra dergiyi bastırmaya Cağaloğlu’na gittim. Orada bir çok arkadaşım bana Karga’yı basmamda yardım etti. Bir ay kadar bir zaman sonra, yağmurlu bir İstanbul gününde Karga, Cağaloğlu’nun tipo baskı yapan bir makinasının son işlerinden biri olarak basıldı. Beş yüz tane dergiyi sırtlayıp, evime getirdim. Masanın üstüne koydum ve bir kağıda onu ulaştıracağım insanların isimlerini yazmaya başladım. Sonraki günlerim Karga’yı basıp, dağıtmakla geçti. Yedi ay böyle geçti. Karga’nın yedi sayısını çıkardım ve sonra yeniden Akdeniz’e yürümeye gittim. Yeniden dönüp Karga’n?n sekizinci sayısını yaptım. Karga’nın on sayısı çıktı. Fakat ilk yedi ay gibi değil. Son Karga’yı sonra Nokta dergisinde çalışmaya başladım. Aradan yaklaşık on beş yıl geçti ve kendime hep şunu sordum “Neden Karga’yı yapmaktan vazgeçtim.” Bu sorunun bir başka şekli de “Ben nerede kalmıştım?” Aslında ne yapıyorsam bir Karga olsun diye yapıyorum ama bir türlü olmuyor. Yaptıklarımın hepsi Karga’nın bir kopyası gibi. Yeniden bir Karga yapıp, kendimi o ilk Karga’yı çıkardığım günlerde hissettiğim gibi parıltılı hissedecek miyim? Bilmiyorum. Karga’yı çıkardığım günlerde çevremde oluşan sevinci, oğlum Yunus doğduğunda da bir kaç gün hissetmiştim. Yunus ile devam etsek iyi olacak. O şimdi sekiz aylık oldu ve hafta içi sabah ondan 17.00’ ye kadar birlikteyiz. Geçen sekiz ay içinde üç haftamız Viyana’da geçti. Onu bir kere de bir günlüğüne Münih’e amcasına götürdük. Bu sonbaharda da bir gün hafta sonu Yunus’u dağa yürüyüşe götürdük. Bugünlerde, İstanbul’da kar yağıyor ve Yunus’u sokağa çıkarmak kış faaliyeti düzenlemek gibi bi şey. Barbara ile İstanbul’da tanıştık. 1995’te Viyana-Moskova yürüyüşüne katıldık. Sonra o akademik yaşamı seçti, hala da bunu sürdürüyor.

LeMan grubunda çalışmak nasıl? Fazla mainstream değil mi Leman?
1995’te Avrupa yürüyüşünden dönünce profesyonel bir dergi çıkarmak için bir kuruluşla görüşmeye gidecektim. Leman Dergisi’ne uğradım. Orada Leman’ın matbaa işlerini yapan Orhan Açar ile karşılaştım. Ona dergi çıkarmaya gittiğimi söyledim. O da gidip içerki odada çalışan Tuncay Akgün’e söyledi. Tuncay’da birlikte çıkaralım dedi. Ben de kabul ettim ve o sözün üstüne çalışmaya başladım. Galiba Aralık’tan Mayıs’a kadar çalışıp Git’i yaptık. Beklentimiz çok yüksekti. İlk sayıyı 40 bin basmıştık. Dergi on iki bin satınca, düşündüğümüz olmadı. İlerleyen sayılarda derginin satış rakamı hep düştü. Bir süre sonra ben dergiyi tümüyle tek başına yapmaya başladım. Şu anda 70. sayıyı hazırlıyorum. Yani yedinci yıla gireceğiz. Tuncay ile bu geçen sürede, ilk sayıyı hazırladığımız dönem hariç, yedi kez konuşmamışızdır. Yani dergiyi ben tamamen istediğim gibi çıkarıyorum. Elbette ki bu benim arzu ettiğim dergi değil. Zaten bugünlerde hayal ettiğim dergiyi hazırlamakla meşgulüm. Sanırım mayısta hayalimin gerçek olup olmadığını göreceğiz. Leman ile aynı mekanlarda çalıştığım için, dergiyi çok değişik aşamalarda görüyorum. Çizimlerin orijinalleri, bilgisayardaki görüntüler, film halleri, baskıdan çıkan prova ve asılları... Bu bakımdan Leman’dan çıkan dergilerle ilgili bağımsız bir yorum yapmam mümkün değil. Eskiden Kadıköy’den Karaköy’e geçerken Gırgır dergisi alır, son derece sıkıcı geçen bu yolculuğu yapabilirdim. Şimdi ise aynı yolculuğu Radikal Gazetesi ile çekilir hale getiriyorum ama Gırgır gibi olmuyor. “Mainstream”lik konusuna gelince, önceki yıllarda büyük ideallerle çalışmaya başladığım yayın kuruluşları ile ilişkilerim çok çabuk sıradanlaşmıştı. Leman ile ilişkim ise altı yıldır sürüyor. Başka hiçbir yayın ortamında böyle sıradışı bir ilişki kurulabileceğini sanmıyorum. Bu durum bile Leman ortamını sıradışı yapmaya yetiyor. Yüzlerce gazetecinin işten atıldığı bu günleri düşünürseniz, Leman Grubu gerçekten Git’e davranışı ile benim övgümü kazanıyor. Örneğin siz bir dergi çıkarmak isteseniz ve gelip projenizi Tuncay Akgün’e anlatsanız, size gereken altyapıyı verirler. Gerisi de size kalmış. Altı yıl kadar önce satışı iki bin civarında olan Kedi Dergisi’nin çıkması için Leman’ın gayret gösterdiğini biliyorum. Hiç bir medya kuruluşu bugünlerde kimse için böyle bir sabrı göstermez.

Ne kadar okunuyorsun?
Git Dergisi bin civarında okunuyor.

Hafta sonu yürüyüşleri nasıl geçiyor. Eğleniyorsunuzdur mutlaka. Anlatacak bir çok hoş anın da vardır şimdi. Bir ikisini aktarır mısın?
Hafta sonu yürüyüşlerimin şöyle bir geçmişi var. Seksenli yılların sonlarına doğru başım devletle belaya girmişti. Devlet benden para istiyor ben de yok diyordum. Acayip bir itişip kakışma yaşıyorduk. Tam dokuz ay boyunca kapılarımız aşındırıldı, az daha kamyon kapıya gelip neyimiz var neyimiz yok yükleyip götürecekti. Sonra biraz biz verdik, birazını da devlet affetti, bir şekilde ödeştik. O günlerde hafta içi evde oturup, mesai saatlerinde bu para meselesini halletmeye çalışıyor, hafta sonu da İstanbul çevresindeki yürüyüş parkurlarına gidip, önümdeki hafta sürecek para kavgasında ayakta kalabilmek için kafamı boşaltıyordum. Bu yürüyüşler zaman içinde bir çok kişinin katılımı ile sürdü. 1993’te İstanbul’da gazeteciliğe ara verip, anti-nükleer yürüyüşlere başlayınca, Fotoğrafevi’nde hafta sonu yürüyüşleri düzenledim. Bu yürüyüşlerden gelen paranın bir kısmını anti-nükleer kampanyama aktardım. Avrupa yürüyüşü sonrasında da Git Yürüyüş Kulübü içinde düzenlediğimiz yürüyüşlere hala devam ediyoruz. Bu yürüyüşler sırasında Keltepe’yi buldum. Keltepe ile aramda iyi bir ilişki vardır. Bu da? beni hep şaşırtıyor. Örneğin depremden önce Keltepe’nin derelerinde gezerken yamaçlara açılan yolların patikalarımızı bozmasına çok içerliyordum. Her yürüyüş dönüşü bu yolları bozmanın, tahrip etmenin yollarını düşünüp duruyordum. Elbette ki hiç bir sabotaj yeteneğim olmadığı için, şiddet dolu bu hayaller sonuçsuz kalıyordu. Bir de yolumuz üzerindeki dere beton duvarlarla kesilip balık havuzu yapılmış ve bir kendin pişir kendin ye tesisi oluşturulmuştu. Bu tesis tam da yürüyüş yolumuzu kesiyordu. Tüm başlangıçsız ve dolayısıyla sonuçsuz tahrip etme biçimleri ile boğuşurken sonunda ilginç bi şey oldu; depremde tesisin üstündeki iki kocaman kaya koptu ve balıkçının tüm yaptıkları yıkıldı, derenin sularına karıştı. Aynı zamanda da sırttaki yollarda heyelanlar oluştu, bizim benim bombalanmasını hayal ettiğim yollar delik deşik oldu. Kışın da bölgeye çok yağmur ve kar yağınca yollar iyice aktı ve patikaya dönüştü. İşte hafta sonu yürüyüşlerinin, olan biteni izleme olanağı vermesi bakımından çok yararını gördüm.

İstanbul’dan nasıl çıkış bulabiliyorsun? Ankara gibi, -İstanbul’a göre-nispeten uyuşuk bir kentte bile zorlanıyorum doğrusu..
Aslında uyuşmak sıkı bir çıkışın, gitmenin hazırlayıcısıdır. Bu bakımdan bence Ankara çıkmak için İstanbul’a göre daha avantajlı. Üstelik bu ülkenin tam ortasında olduğu için İstanbul’a göre çıkıp-konaklayıp-varmak bakımından daha da avantajlı. Bir başka avantaj da, Ankara şehrini oto-stop yaparken terk etmek İstanbul’dan daha kolay. Ankara merkezinden ülkenin her yönüne ayrılan, dağılan yollarla gitmek mümkün. İstanbul’dan çıkış yoluma gelince, trenle çıkmak en kolayı. Örneğin Akkuyu’ya giderken trenle Konya’ya ulaşır, sonra oradan Mersin’e geçerdim. Oto-stop yaparken de Ankara’da bir gece kalıp öyle devam etmek hep daha kolay. Örneğin bir günde İstanbul’dan Ankara’ya ulaşıp, ertesi gün Gölbaşı girişinden oto-stop çekip Adana’ya ulaştığım olmuştu.

Eski sayıların birinde, Dereck Jensen’in John Zenzan ile yaptığı röportajın çevirisi vardı. ABD’li John Zenzan radikal bir primitivist anarşist. Bu röportajı yayınlama nedenin neydi? Bir anarşist misin? Yoksa, Zenzan’ın görüşleri sadece ‘ilginç’ oldukları için mi yayınlandı?
Önce şunu söyleyeyim; bir tek Türkçe biliyorum. Bu bakımdan yabancı ülkelerde ne olup bittiğini çevremdeki dostlarımdan gelen çevirilerle öğrenebiliyorum. İkincisi, Avrupa Yürüyüşü sırasında bizdekinden değişik bir anarşist hareketle karşılaştım. Yuvarlağın içinde “A” harfini bu yürüyüş sırasında çok sıklıkla görüyordum. Elbette ki bizde Anarşist kelimesi olumsuz vurgu ile kafamıza çok sık kakıldığı için yürüyüşteki “A”yı anlamakta güçlük çekiyordum. Beş ay süren bu yürüyüş sırasında elbette ki A’ya yakınlığım arttı. En azından Küçük Anarşist bir toplulukta Temel Demokrasi ile günlük yaşamı sürdürmek bana Anarşist toplumla ilgili deney kazandırdı. 1996’da Türkiye’ye döndükten sonra elbette ki artık yepyeni deneyimler ve duygularla doluydum. Türkiye’de de hep Avrupa Yürüyüşü’ndeki anarşist ağırlıklı günlük yaşamı aradım. Sonra Seattle’den, Almanya’daki atık treninin önünde yapılan eylemlerden de görüntüler, haberler geldi. Bu görüntüler bizim beş ay süren yürüyüşümüzdeki yaşama çok benziyordu. Konu bizde çok popüler oldu ve çok yayın yapıldı. Bu bakımdan kendimi parçası saydığım bu akımlara ilgim çok arttı. Örneğin İstanbul’da, Fransız Bowe ile Bergama Köylülerini “Doğrudan” bir yardım ile birleştirdim. Seattle, Gorloben ve Cenova olayları bir yandan medya yoluyla popüler olmuştu ve öte yandan ben Avrupa Yürüyüşü Deneyimlerini buralarda görüyordum. Bu bakımdan yazılan ne varsa okuyordum. Kaos’ta çalışan Atıl Ulaş Zerzan çevrisini getirince çok hoşuma gitmiş ve yayınlamıştım. Zerzan ile ilgili değerlendirmeniz varsa bunları Git’de yayınlamak da mümkün.

Yanlış hatırlamıyorsam, bir dönem Milliyet gazetesinde yazıların yayınlandı. Bu yazıları ilk gördüğümde oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum. Neden, okurlarını bu kadar şaşırtan bir boyalı medya ittifakı yaptın?
Fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış. Öncelikle benim boyalı bir medya ile ittifakım söz konusu olmadığı gibi Milliyet Gazetesi’nin de benden farkında olduğunu hiç zannetmiyorum. Olay şudur; iki yıl kadar önce Milliyet’e ek hazırlayan bir arkadaşım benim de Git ve Öküz’deki konuların benzerlerini yazmamı istemişti. Ben bu teklifi kabul ederken, ısmarlama iş yapmayacağımı, haftanın belli bir gününde yazımı verip gideceğimi, paramı zamanında alacağımı söylemiş, uzunca süren bir hazırlık döneminin ardından da ilk yazım da yayınlanmıştı. Yazıların yayınlandığı bir buçuk aylık dönemde, ne verdiğim yazılar zamanında yayınlanabildi, ne de bu yazıların karşılığı para alabildim. Bu yazıların yayınlanması sırasında ne sigorta, ne kıdem tazminatı ne bir kontrat filan yapılmadı. Tamamen ve çok fazla serbest şekilde cereyan eden bu ilişki de zaten bir sabah aniden bitiverdi. Bu arada hatırlatmamda yarar var; Ben 1990’dan itibaren Nokta, Milliyet’e bağlı Ekonomi Politika- EP, Sabah’a bağlı Globe gibi yayınlarda çalıştım. Bu dergilerde de çalışırken tamamen boğaz tokluğuna ve yol parasına çalıştım. Oralarda da, bir kez Nokta’da bir kez de EP’de iki kez ısmarlama iş yaptım. Her iki dergide de ikinci ısmarlama işim olmadı. Yani bütün dergilerde hep kendi istediğim yazıları yazdım. Hatta benim istediğim, yönetimin istemediği işleri de fırsatını bulup yayınlattığım çok oldu. Bu arada Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet Dergi’ye de yazdım. Hatta bir ara Sabah’tan çıkan bir erkek dergisine de yazmıştım. Bu dergilerle bir başka deyişle medya ile “ittifakımda” ölçüm, kendi konularıma mümkün olduğunca az kırpılmış olarak yer vermelerini sağlamaktır. Şimdi aklıma geliyor, Radikal’in Gezi ekine de birkaç ay kadar yazmıştım. Nokta Dergisi’nden ayrılma nedenim şudur; Sabancılar’ın Pet kaçakçılığını bulup ortaya çıkarmış ve yayına hazırlamıştım. Nokta’nın bu haberi yayınlamayacağını bildiğim için, EP’ye geçmiş ve konuyu burada kapaktan yayınlatmıştık. Aynı günlerde Sabancı’nın adamları Nokta Dergisi’ni ziyaret edip benim oradan atılmamı sağlamışlardı. Bu arada medya ile girdiğim ittifakım sırasında devamlı kabızlık çektiğimi de ekleyeyim.

Biraz gecikmeli bir soru ama, nükleer santral ihalesinin iptalinde sence, antinükleer hareketin payı ve rolü neydi? Devlet ve hükümetin, antinükleer harekete bakışı oldukça donuk ve görmezden gelici. Kısacası, antinükleer hareketten bağımsız bir santral iptali durumu söz konusu gibi geliyor bana. Çok mu karamsarım?
Anti-nükleer hareketin rolü, tüm süreci, çok yakından, hatta günü gününe izlemesidir. Santral ihalesinden vazgeçilmesinin nedeni finansmanla ilgilidir. Şimdi ortalıkta nükleer santrali biz yaptırmadık diye dolaşanlar var. Yani bir başka deyişle anti nükleer hareket, kendini var eden bazı çevreci örgütleri yarattı. Sizin yaklaşımınız doğru gibi görülüyor. Akkuyu nükleer karşıtı çalışma, bir harekete dönüşebilirdi, bu şans vardı. Ben birleşik bir anti-nükleer çalışma için çok emek verdim. Fakat, nükleer santralden kendi varlığını çıkarmayı seçenler tarafından fena halde engellendim. Örneğin Bergama-Akkuyu buluşmasını Akkuyu’da gerçekleştirdik. Fakat, birçokları bu buluşmadan rahatsız oldu. Çünkü bizim Akkuyu’da ortaya çıkardığımız enerjisinin öncülüğünden çok korktular.

“Kara Toprak” dergisiyle organik bağın vardı sanırım. Bu bağlantıyı anlatır mısın?
Kara Toprak”ın birinci sayısı ile ilişkiden de fazlası var. Kara Toprak projesinin sahiplerinden biriyim. Önce projenin sahiplerini söyleyeyim. Tayfun Gönül ile sanıyorum 1988’den beri tanışırız. Tayfun İstanbul’a gelip Efendisizler’i çıkarmaya başladı. Beyoğlu’nun arka sokaklarında Tayfun ile bürosunda Efendisizler’e misafir olduğum bir sırada Kara Toprak projesini ben Tayfun’dan duydum. Tayfun bir köylü dergisi çıkarmak istiyordu. Bunu ben de istiyordum çünkü o dönemde Akkuyu’da ve Bergama’da köylülerle çalışıyordum. Kara Toprak projesi ile ilgili düşüncelerimi o günlerde Efendisizler dergisine uzun bir yazı yazıp, anlatmıştım. Düşüncemiz şuydu; Önce, iletişimimizin kurulu olduğu Akkuyu, Bergama ve Kaçkar’da haberler hazırlayıp dergiyi çıkarmayı düşündük. Akkuyu’da benim yaşadığım bir ev vardı. Bergama ile sağlam ilişkilerimiz vardı, bir arkadaş da Kaçkar’a gidip Fırtına Vadisi ile ilgilenecekti. ilk sayı için iş bölümü yaptık. Ben Akkuyu’da röportajlar yaptım, bir arkadaş Bergama’da haberler hazırladı. Bir arkadaşımız da Kaçkar’a gitti, orada yaşadı ve haber hazırladı. İlk dergi hazırlandı ve basıldı. Tam derginin çıktığı günlerde Ankara’da Bergamalılar Tahkime karşı bir eylem yaptılar. Bu eylemin fotoğraflarını İstanbul’a yetiştirdim ve bu resimlerle hazırlanan iki sayfa Kara Toprak’a eklendi. Bu çalışma beni çok mutlu etmişti. Ankara eylemini üç gün içinde gazete sayfalarına taşımıştık. İzleyen günlerde Tayfun İstanbul’dan ayrıldı ve bir daha görüşmedik. Kara Toprak ismi ile daha sonra çıkan yayını daha sonra gördüm. Bu gazeteyi yayınlandıktan sonra gördüm. Yani hazırlık aşamasında ikinci Kara Toprak için çalışmadım.

Bergama’da ne oldu sence? Maden hala orada olmasına rağmen, eylemlerin eski popülerliği yok oldu. Oktay Konyar’la röportaj da yapmıştın, haliyle söyleyeceklerin vardır.
Bergama’da altıncılar deneme üretimi yapıyorlar. Bu altın üretmeye başladıkları anlamına geliyor. Öte yandan bu üretim 600’a yakın yerin altın üretimi ile birlikte işgal edilmesi anlamına da geliyor. 1992’den beri Siyanürlü altın konusu ile ilgileniyorum. Önce konuyu Havran’da fark ettim. Burada köylüler ve turizmciler el ele verip, çok yoğun ve masraflı bir çalışma yaparak siyanür çıkarılmasını “ertelediler”. Bu erteleme on yıldır hala sürüyor. Siyanürcüler altın çıkarmak için aldıkları topraklarda şu anda zeytincilik yapıyorlar. Bergama’daki altın madeninin engellenmesi için yapılan çalışmalar ise ne yazık ki, Havran kadar sonuç alıcı, emek-yoğun ve kararlı olamadı. Bunda her iki mücadelenin öncülerinin tavrı önemliydi. Havran mücadelesini götürenler siyanüre karşı hedeflerini çok net koyup, siyanürcü şirketi durdurabildiler. Bergama’da ise öncüler, mücadeleye başladıklarında ne yapacaklarını tam bilmiyorlardı. Bu kararsızlık altıncı şirketin bölgede büyümesine neden oldu. Bergama mücadelesi siyanür karşıtlığını tam belirleyip ilan edene kadar çok değerli bir zaman harcanmıştı. Fakat, Bergama’nın siyanürcüleri engelleyecek kararlılığa ulaşmasından sonraki süreç son derece ilginç bir dönemdir. Zaten madenin çalışmasını erteleyen mahkeme kararı, siyanüre doğrudan yönelen, şiddetsiz eylemler sayesinde olmuştur. Elbette bu karşı çıkışın yetmediğini şimdi görüyoruz. Bu karşı çıkış sorunu erteletmiş ama kökünden çözmemiştir. Aynı zamanda şu da görülmüştür; siyanürü engelleyecek olan, doğrudan halk eylemleridir. Evet Bergama’ya siyanür damladı ve bence buradan tüm ülkeye yayılacak. Bu siyanür karşıtlarının bir yenilgisi olarak görülebilir. Fakat bu yenilgi asla siyanür karşıtı hareketin sona erdiği anlamına gelmez. Bu olsa olsa, çevreciliğin, popülizmin, kolaycılığın, faydacılığın yenilgisidir. Bergama’da siyanürü durduran köylüler mücadele biçiminin nasıl olması gerektiğini gösterdi. Ben bunu “Doğrudan Halk Eylemi” diye isimlendiriyorum. Köylüler bu eylemliliklerinden hala vazgeçmediler. Hatta bugünlerde İzmir-Ankara yürüyüşü için havanın uygun hale gelmesini beklediklerini biliyorum. Benim üzerinde durmak istediğim ise şudur; köylülerin gösterdiği eylem yolunu, şehirliler hiçbir zaman tam algılayamadılar. Şehirliler, köylülerin verdikleri mücadeleyi televizyonlardan izlediler ama sorunun parçası olmadılar. Yani siyanüre karşı çıkanları seyretmenin ancak geçici bir zafer kazandırabileceğini göremediler. Bergama köylerinde yaşadığım, birçok doğrudan eylemlerini, hiç bir gazetecinin yakın olamadığı kadar içlerinden izledim. Fakat benim bu yaptığımı, yani köylülerin tam içlerine girebilmeyi ve aynı zamanda onların mücadelesinin önünde durmamayı başarabilen çok fazla kimse olamadı. Hatta bir çok sol kuruluş onların önünde olmaya çaba gösterdi. Bergamalılarla 2001’in haziranında İstanbul’da onlar için düzenlenen bir şenliğin organizasyonunu çok içerden izleme olanağım oldu. Bergama adını kullanarak rant elde etmek isteyen çevrecilerin iğrenç davranışlarını gördüm. Öte yandan 2000 kasımında Bergama’dan Çanakkale’ye yürürken, Bergama’ya yardım eden kuruluşların olgunluğunu ve nerede durması gerektiğini bilmelerine tanık oldum. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Örneğin, Bergama-Akkuyu buluşması ile ortaya çıkan enerjinin önünde duramayıp, ardına takılan çevrecilerin sonra nasıl arkadan dolanıp hareketi baltaladıklarına tanık oldum. Bergama mücadelesini çok yakından izleyen bir gazeteci olarak diyorum ki, Bergama’ya damlayan siyanürün yayılmasının sorumlusu artık seyirci kalanlardır. Bergama’da ve Akkuyu’da geçtiğimiz yıllarda şehirlilerin köye gidip yaşamaları, sorunun parçası olmaları için fırsatlar olmuştu. Ne yazık ki, bir köy-şehir buluşması deneyi kalıcı hale getirilemedi.

Yıllar önce Viyana-Moskova Nükleersiz Bir Dünya için uzun yürüyüşe katılmıştın. Nasıldı? Sence bu yürüyüşten sonra neler değişti dünyada? Vejeteryanlık/ veganlık hakkında neler düşünüyorsun. Sanırım ve umarım hayvanları yemiyorsundur..
Avrupa yürüyüşünde olağanüstü güzel bir günlük hayatımız vardı; sabah erkenden, çadırımızın önünde bizim için çalan bir flüt sesi ile uyandırılır, iki saat süren hazırlık boyunca kahvaltı eder, tuvalete gider, sohbet eder, çadırı toplar ve toplantıya başlardık. Sabah toplantısında halka olunur, gidenler uğurlanır, gelenler tanıtılırdı ve yürüyüşe başlama şarkısı ile güne adım atardık. Sık sık verilen molalarda bir şeyler yer, sonra yeniden yürürdük. Öğlen ve akşam saatlerinde politik toplantılar olurdu. Antinükleer çalışmaların, eylemlerin planları hep bu toplantılarda yapılırdı. Beş ay süresince, temel demokrasi kuralları ile, harika vejeteryan yemekler yiyerek, olağanüstü güzel eylemler yaparak, çok güzel bir yürüyüş eyledik. Bu yürüyüş sırasında, bir gün şunu diledim. Türkiye’ye dönünce Avrupa Yürüyüşü benzeri, hareketli bir yürüyüşü organize etsem ve bu yaşantının parçası olsam. Aradan altı yıl geçmiş, ben hala bu hayalimi taşıyorum. Bir gün, Kadıköy’den Türkiye’yi yürümeye başlayacak bir grup insanın parçası olabilme amacındayım. İşte Avrupa yürüyüşü bu kadar küçük bir sonucu bile doğurmuş olsa, dünya için umut vardır. Avrupa yürüyüşünün mutfağı vejeteryandı. Bu mutfağın malzemeleri hayvanlardan elde edilen yiyeceklere sürülemezdi. Örneğin mutfağın bıçağı ile et kesemez, gene mutfağın masalarına et koyamazdınız. Yürüyüş boyunca ben de tam bir vejeteryan gibi davrandım ve bundan çok mutluluk duydum. Döndükten sonra ise, ne yazık ki, Avrupa yürüyüşündeki disiplinimi sürdüremedim ve hayvan yemeye devam ediyorum. Fakat yürüyüş öncesi dönemle kıyaslarsak şimdi çok daha az et yiyorum. Elbette ki bu azalma bir özür kapama çabası değil, çünkü Git’de Balkan köftelerini anlatan bir yazıyı yayınlamış, afiyetle de okumuştuk.

Sistemi eleştirmenin onu geliştirebileceğini düşünüyorsun bildiğim kadarı ile. Peki, tepkilerini, düşünce ve olası muhalefetini nasıl anlatacaksın? Bir tür paradoks sanırım.
Sistemi neden eleştireyim ki, ben onun yıkılmasını istiyorum. Bir sabah ansızın bir eylem yapıp, sistemin tekerine bir çomak sokmak varken konuşmak niye. Dalga gibi olmak lazım, sıran gelince yükselip geleceksin ve sonra da kendi iradenle geri çekileceksin. Bu dünya ile ilgili eylemlerimizi aynı dalgalar gibi yükselip alçalarak yapabilirsek, eleştiriye filan gerek kalmaz. Bu arada kendimi, dostlarımı eleştirmek, sisteme, onun uşaklarına küfür etmek, zalimi teşhir etmek de doğaldır.

Oldsletter hakkında ne düşünüyorsun?
Oldsletter hakkında Git’de yazılar yazmayı düşünüyorum. Daha doğrusu derginizden aldığım yazıları Git’e de koyacağım. Yani Oldsletter’den bakıp bizim sayfalarda fanzinler deneyeceğim.

Bu organizasyon hakkındaki görüşlerin: Greenpeace, PeTA (People for Ethical Treatments to Animals, hayvanlara ahlaki davran?? için çalışan insanlar), Earth First!, Tema....
Greenpeace-Akdeniz’in İstanbul ofisinde çalışan üç aktivisti ile anti-nükleer çalışmalardan kalan problemlerim var. Olay şu; söz konusu üç aktivist, bana Akkuyu’daki Anti-nükleer çalışmam sırasında düzenlenen “Darbe”nin parçası oldular. Onları affetmeyeceğim. Gene bu darbeciler, anti-nükleer çalışma sırasında, anti-nükleer karşı çıkışın adresini Greenpeace gibi gösterdiler ve bir çok insanın emeğini hiçe saydılar. Hatta Ankara’da , Akkuyu-Bergama buluşmasını sağlama imkanı varken sadece kendi örgütlerinin isminin duyulabileceği eylemleri seçtiler, birlik çağrılarımızı kulis çalışmaları ile engellediler. Biz de onların bu çabalarını engelleyemedik; bu bir eleştiri konusu olabilir. Greenpeace’in kendisine gelince, bir buçuk kez onlarla çalışma önerisi aldım ve kabul etmedim. Çünkü, Greenpeace bir gemici örgütü ve ben denizden anlamam. Avrupa Yürüyüşü’nü Greenpeace’den öğrenmiş ve onların bir eylemcisinden katılma formlarını almıştım. Anti nükleer çalışma sırasında Öküz’de bir yazı yazmıştım; Greenpece’e doğrudan eylem yerine Doğrudan Halk Eylemini önermiştim. Sanıyorum ki, Greenpeace’in Türkiye’deki kadrosu, elemanları, ki onların 940 Amerikan Doları’ndan başlayan paralar aldıklarını duydum, böyle bir yaklaşım ile ilgilenmiyor bile. Bir yerlerden emir alan ve uygulayan şirket memurları gibiler. Elbette ki aldıkları emirlerin açıklamaları, gerekçeleri de genellikle doğru. Örneğin, Avrupa’dan gelen gemilerin Aliağa’da sökülmesini teşhir etmeleri çok etkileyiciydi. Bu arada Ankara’da Enerji Bakanlığı’nın önünde ilk Greenpeace eylemi sırasında, bir aktivistin, polis arabasında gözaltındayken telefonla Çevre Bakanlığı’nı araması ilginç bir gözlemimdir. Sorduğunuz diğer kuruluşlarla da Greenpeace gibi bir ilişkim olmadı. Özellikle TEMA hakkında söylenenleri tekrarlamamda gerek yok; yani, sanayicilerin oluşturduğu gibi bir kuruluş olduğunu.

Antimilitarizm hakkında ne düşünüyorsun, www.savaskarsilari.org’u ziyaret ettin mi? Öte yandan ekim ayında 1.5 yıl sonra yeni vicdani redciler gördü. Fikirlerin..
Şolohov’un ...ve Durgun Akardı Don kitabında savaş ile ilgili bir bölüm vardır. Genç bir çocuk umutsuzluğa düşer ve çözümü savaşa katılmakta bulur. Gencin sonunu okuduğumda on dokuz yaşımdaydım. O ondan itibaren savaşmama kararı aldım ve hala da uyguluyorum. Askerliğimi üç ay yaptım. Bu sayede hayatta kalmayı başardım. Internet ortamı ile ilişkim sadece adresime gelen mesajları, intirnet kafede açıp, okuyup, cevap almak. Bunun dışında izlediğim bir liste yok. Yeni vicdani redcilerin barış mücadelesinin dünyayı ışıttığını düşünüyorum.

Eklemek istediklerin için son şans..
Teşekkür ederim.

Zaman ayırdığın için teşekkürler.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.