Web Analytics
Pirzolalı Fondöten | Can Başkent

Can Başkent

PİRZOLALI FONDÖTEN

CAN BAŞKENT

Hayvan özgürlük mücadelesi eylemcileri aslında politik kulvarın bir çok alanında zaten etkindirler. Elbette, bu eylemciler insanların sömürülmesine ve ezilmesine de tanım gereği (insan da en nihayetinde bir hayvandır zira) karşıdırlar. Peki işe neden hayvanlardan başlanıyor?

Bu konuda ilham aldığım organizasyonlar sadece ALF ve ELF değil (ki kendileri FBI raporlarına göre terör örgütüdür ve ABD için en büyük iç tehdittir, ama biz gene de ALF'i seviyoruz). Militarizmin toplum mühendisliği bağlamında en "başarılı" şekilde işlendiği İsrail, kuzey ülkeleri dışında vegan/hayvan özgürleşmeci hareketin en etkin olduğu toplumlardan biridir. Bunun altında aslında tuhaf bir neden yatıyor, zira vegan gıdaların her yerde çok rahat ve basitçe bulunabileceği, belki de dünyanın en vegan-sever ülkesidir İsrail. Nedeni malum: Musevilerin uymak zorunda olduğu koşer yemek diyeti. Et ve sütü bir arada yiyemeyen Musevilerin yemek heveslerini ve iştahlarını doyurmak için vegan dondurmaların, peynirlerin gani olduğu bir toplumda zaten, veganizme çeyrek kala bir hayatla başlıyorsunuz her şeye. (Elbette, dondurma ve peynirin asloloan yiyecekler olduğunu iddia etmiyor, sadece birer örnek olarak sunuyoruz.) Öyle ya da böyle, vegan-sever İsrail toplumu, bu ayrıcalığının politik bedelini (!) de ödüyor. Ses getiren ekolojist, vegan ve hayvan özgürleşmeci hareketler, İsrail'de görece geniş bir tabana hitap etmektedir.

Bütün bunlar, olası bir politik vegan hareketi tartıştığımız bu yazıda, politik veganların neden işi gücü bırakıp iki üç kedi-köpekle uğraştığının hesabını vermede, İsrail deneyiminden yararlanmamız için bize yeterli ve gerekli nedenler sunmakta.

Bu kulvarda mücadele eden kimi İsrailli eylemcilerle yaptığım tüm görüşmelerden aşağı yukarı aynı sonuç çıktı: "İşe hayvanlardan başlıyoruz, zira onları bizden başka koruyacak kimse yok, ama insanlar kendilerini koruyabilir". Tamam, insan hayvanlarla, insan olmayan hayvanları karşılaştırdığımızda, işe insan olmayan hayvanları koruyarak başlamamız gerektiğinde hem fikiriz. Peki, insan hayvanlar arasında bir öncelik sıralaması yapmak gerektiğinde işe nereden başlayacağız? Bu satırların yazarı, kişisel deneyimleriyle örülmüş özgürlükçü mücadelelerinden şu sonucu çıkarmıştır: kadınlar ve çocuklar. Zira, tarih boyunca erkeklerin uyguladığı sömürü, özellikle kadınlar ve çocuklar üzerine yoğunlaşmıştır.

Çocukların "etten ve sütten korunması" için onlarca argüman çok kolay bir şekilde sunulabilir, dolayısıyla bu konuya değinmeyeceğim. Fakat, konu kadınlara gelince, işin rengi değişiyor. Evet, kadınlar kendilerini koruyabilir; evet, bir erkek olarak hariçten gazel okuyabilirim kadınlığa dair; ve evet, radikal feminist ajitasyon yapacağım.

Radikal feminist analizler, kadının ezilmesinin tarihini, antropolojik ve iktisadi anlamda, iş bölümünün ortaya çıkışına dek götürür. Zengin-fakir ayrımının belirmesi, tam da aynı zamanda toplumsal cinsiyet anlamında kadın-erkek ayrımını yaratmıştır. Öykünün kalanı malum, biz erkekler hala büyük bir zevkle kadınların hayatını yok sayıyor ve o hayatları ciddiye almıyoruz.

Ünlü radikal feminist siyaset bilimcilerden Cynthia Enloe, 26 Ocak 2007'de Sabancı Üniversitesi, Karaköy'de, semtin maço karakterine inat, yaptığı konuşmada "kadınları ciddiye almakla" işe başlanması gerektiğinin altını çiziyordu. Enloe'yu takip ederek her toplumda maça en az 1-0 yenik başlayan (başlatılan) kadınları ciddiye alacağız ve her veganın (elbette her vejateryanın da), veganlığın (ve vejateryanlığın da) tanımı gereği, tümdengelerek feminist olması gerektiğini iddia edeceğiz. Burası işin kolay kısmı. Nasıl vejateryan olmayanlarla başa çıkmak gerekiyorsa da, feminist olmayan/olamayan vegan/vejateryan kadın ve erkeklerle de eşitlikçi ve özgürlükçü veganist ideoloji bağlamında başa çıkılması gerektiğini ifade edeceğiz.

Yazının başında söz ettik, İsrail deneyimi ilham vericidir. Zira, İsrail "savaşta kadın olmak", "savaşta vegan olmak" gibi onlarca ince tartışmanın kapsamlı olarak yapıldığı toplumsal hareketlere sahip. Malum, "işe hayvanlardan başlamanın" argümanı basit. Peki kadınları veganizm ile nasıl özgürleştireceğiz? Dahası, kadınların "etten" ve "cinsiyetçilikten" nasıl özgürleştireceğiz?

Cinsiyetçilik ile türcülük arasında kurulan ilk ilişki, insan olmayan hayvanın da, erkek olmayan insanın da, evvela erkekler tarafından nesneleştiriliyor olmasıdır. Kadınları ezen de, avı yakalayan da erkektir. Dolayısıyla, ister cinsiyetçiliğe karşı çıkarak yola koyulup, veganizme varın; ister tersini yapıp veganizmden yola çıkıp, cinsiyetçilik karşıtlığına varın. Biz bu yazıda ikinci yolu takip edeceğiz. Diğer bir deyişle, "etten özgürleşmiş" kadınların, cinsiyetçilikten nasıl özgürleşebilecekleri üzerine kafa yoracağız.

Peki cinsiyetçiliğin hangi emareleri, veganizm tarafından kolaylıkla bertaraf edilebilir? Kolaydan başlayalım. Vegan kadın, kürk giymez. Tamam, bu biraz fazla kolay bir başlangıçtı, kabul. Peki, vegan kadın, sahte kürk giyer mi? Diğer bir deyişle, politik doğruluk, kişisel zevk ve beğeninin (her ne demekse) ne kadar üzerine yerleştirilmeli? Yanıtımız açık, sahte vegan kürk, gerçek kürkün bir "kopyasıdır" ve hayvan kürkü imajının doğruluğunu ve haklılığını ima eder, dolayısıyla sahte kürkten sakınılmalıdır. Dolayısıyla, her otobura yapılan embesil saldırı fikriyatıyla "Bak, hayatından ne zevkler çıkardın, köfte, 'kaka'reç gibisi var mı? Şimdi bir de deri mont giymiyorsun, daha neler!" gibi argümanlara sahip değilseniz, kürksüz ve deri montsuz olmanın aslında bir "zevk" mahrumiyeti olmadığını fark etmişsiniz demektir. Dolayısıyla, bandı tersten sararsak, kürk ve deri mont giymenin de aslında bir zevk olmadığı sonucuna varacağız. Haliyle, zevk olmayan bir edimden sakınmak, bizde de bir kayıp yaratmayacaktır. Bu diyalektiği, fondötenden sütyene, yutma-tükürme sorunsalından meme/vajina monologları ve politikalarına değin hemen hemen tüm "feminen" kaygılara rahatlıkla uygulayabiliriz, dahası uygulamalıyız.

Veganizmin sunduğu ikinci ve bence en ayrıntıcı analiz ise, eşitlik ideasından çıkmakta. Hayvanlarla insanlara "eşit muamele" edilmesi gerektiği diskuruyla yola çıkan bir vegan kadın, kadın olarak kendine ve erkeklere bu eşitlikçi muameleyi ne kadar sunabilecektir? Dillerinde dahi feminen ve maskülen ayrımı olan şerri batının liderliğini yaptığı cinsiyetçilik, bu minvalde vegan bakış açısıyla çözümlendiğinde, feminizmin radikal kollarıyla birleşmektedir. Hatırlayalım, veganizmin en çok tartışılan ve belki de en kolay ihlal edilen alt kolları, giyinmek ve tedavi olmaktır. Eşitlikçi vegan kadının nasıl giyinmesi ve tedavi olması gerektiğine değinmek de, veganizmin genellikle sadece bir diyet olarak görüldüğü entelektüel çevrelerin açlığını çektiği bir bilgi sahasıdır. Fakat, bu yazıda vegan kadının sağlık ihtiyaçlarını (PMS, doğum, kanser vs) tartışmayacağız.

Veganizmin cinsiyetçiliğin güzellik zemininde ilgasına dair önerilerini incelemeden önce, bu bağlamda radikal feministlerin ne dediğine bakalım. Malumunuz, feminizm ve "güzellik" mevhumu oldukça ilgi çekici, fakat belki de bu topraklarda pek de güçlü olmayan bir tartışma. Veganizmin, cinsiyetçi güzellik ideasını nasıl bertaraf edebileceğine dair kimi ipuçları radikal feminist harekette mevcut. Bu konuda akademik olmayan en "kusursuz" kaynağın bloglar olduğunu düşünüyoruz. "Lipstick feministleri" bir kenara bırakırsak, veganizmin düşünce devşirebileceği kimi blog yazarları, "iktisadi sınıf farklılıkları" bağlamında güzellik mevhumunun proleter olamayacağını, zira emekçinin "güzel" değil; aksine terli, pis vs. olacağını ifade ederken, güzellik kavramının, yukarıda değindiğimiz eşitlik ideasını ihlal ettiğini belirtmekte. Zira güzel olmak, et yemek gibi, orta-üst sınıf, beyaz sosyal sınıfların bir zorunluluğudur. Yine, etoburluğun, çoğunlukla bir seçimden ziyade "sosyal bir baskı" olması gibi, güzellik mevhumunun da modayla birlikte, sosyal bir baskının neticesinde oluştuğu da blog yazarları tarafından sıklıkla dile getirilmekte. Benzer şekilde, etoburluk nasıl sosyal kabulu kolaylaştırıyorsa, güzel olmanın da sosyal kabulü kolaylaştırdığı da değinilen hususlardan biri. Nasıl kimi zamanlar otobur olduğumuz için "utandırılıyorsak", feminen olmayan kadınlar da, benzer şekilde, tüylü bacakları, boyasız saçları nedeniyle de utanmaya zorlandıklarını vurgulamaktaydı yazılarında. En dikkat çekici nitelemelerden biriyse, kadınların "ete" benzetilmesiydi, kimi yazarlar tarafından "süslü ete", kimi yazarlar tarafındansa "alışveriş yapan ete". Sonuç olarak, bu seçilmiş gözlemler bize, cinsiyetçiliğin ve etoburluğun oldukça benzer sosyal baskı araçları kullandığını göstermekte. Haliyle, otobur mücadele de, bu benzer baskı mekanizmalarını bertaraf etmek için (zira, 'taraf olmayan bertaraf olur') feminist mücadeleden kimi tüyolar alabilecektir.

Okuru sıkmak pahasına da olsa, popüler kültürden yararlanarak, yukarıda vurguladığımız feminizm/veganizm mücadelelerin eylemsel ortaklığını biraz daha açmak niyetindeyiz. Lennon - Ono çiftinin, 1969'daydı sanırım, Amsterdam Hilton'da 902 numaralı odada (barış hareketini desteklemek gayesiyle) gerçekleştirdiği "Bed Peace - Hair Peace" eylemi, yukarıda saydığımız feminist çabanın en tatlı örneklerindendir. Bu satırların yazarı üzerindeki kalıcı etkisi bir yana, feminist ideolojinin, erkekleri de (tıraş olmak ve saç kestirmekten) özgürleştirebileceğinin de politik bir vurgusuydu bu eylem. Aynı mantıkla, otobur politikalara yaklaştığımızda, otoburların, etoburlara 'sevecen' yaklaşarak, onların dönüşümünü engelleyen sosyal ve (hurafi) bilimsel baskı ve kaygıları kaldırma sorumluluğu ve görevine sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Nasıl feminizm erkekleri de, toplumsal itkiler nedeniyle diyelim, canavara dönüşmekten kurtaracaksa, otobur ideolojiler de, insanları (dolaylı ya da dolaysız) hayvan katili olmaktan kurtaracaktır. Fark edilmiştir, Sartre'ı takip ettik buraya kadar: "Varoluş, özden önce gelir". Dolayısıyla, kimi aklı evvellerin, etoburluğun ve erkek egemenliğin insanların "özünde" var olduğuna dair özcü ve elbette faşizme meyleden düşüncelerini (?!) de, varoluşsal olmadıkları için açık bir şekilde reddettik. Diğer bir deyişle, toplumsal ya da politik baskıların, insanı "etobur" ya da "maço" yapması mazeretini ciddiye bile almıyoruz. Zira, tüm özgürleştirici felsefelerde olduğu gibi, feminist ve otobur düşünceler de varoluşsal olmak zorundadır, çünkü varolmadan özgür olunmaz, nokta.

Tarihte biraz gerilere gidelim şimdi. Sosyalist (hatta sosyalist islam ve proto hıristiyan) düşünce, komşusu açken, bireyin oburluk yapmasını ahlaksızlık olarak niteler. Eşitlikçilik, nedeni ve kaynağı ne olursa olsun, ekonomik ve sosyal üstünlüğün, bireysel menfaat için değil, toplumsal fayda için kullanılmasını ve nihayetinde de bu adaletsizliğin giderilmesi gerektiğini önerir, malum. Dolayısıyla, cinsiyetçiliğin ilk saldırısı da eşitlikçiliğe karşıdır: kadın ve erkek eşit değildir ve eşit olamaz. Biyolojik temelli garip bir hukuk inşa ederek, cinsiyetçilik, kadınlara kimi ayrıcalıklar (doğum izni, zira sadece anne bebeğe bakmakla yükümlüdür) ve en tehlikelisi de bir "güzellik" mevhumu atfeder. Sonrası malum, kadınların cinsel metalaştırılması ve devamında oluşan cinsiyetçi görsel pornografik kültür. Kısacası, bir vegan kadın, kendini bu dünyada konumlandırırken, "sütun bacaklarını", "seksi kalçalarını", "kiraz dudaklarını" ve "dolgun memelerini" de gözönüne almalıdır. Zira, açık bir şekilde bu sıfatlar, erkeklerin kadınlara bindirdiği kurgulardır. Kadınların, "güzellik" mevhumuyla, erkeklerin bir çok adım önüne geçmesi, elbette eşitlikçi veganizmin ciddi olarak değinmesi gerektiği bir konudur. Erkekleri de kozmetikleştirerek, kadınların açtığı "güzellik" mesafesini kapatmak için koşturmak, liberalizmin ilk uygulamaya başladığı tekniklerden biri (bakınız, YSL ve Dolce&Gabbana kreasyonları). Açıktır ki, eşitlik ideasını bir tazı yarışına dönüştürmek, veganizmin kabul edemeyeceği bir fikirdir. Bu yazıda iki amacımız var: kadınların, güzellik mevhumundan, hem veganizm hem de eşitlikçilik adına kurtulmalarını amaçlayacağız. Zira nasıl, hayvanların önüne aklımızla geçip, onları sofistike yöntemlerle avlamıyorsak, kadınların da, tamamen hiyerarşik toplumların ürünü olan "güzellik" mevhumuyla erkek denklerinin önüne geçmelerini eleştireceğiz. Dolayısıyla, (vegan olsun olmasın) kozmetikten tutun da, "kadınsı" tüm yapay dış görünüş emarelerini de, vegan olmadıkları, zira eşitlikçi olmadıkları için dışlayacağız. Eşitlikçi bir düşünüşün en son formlarından olan veganizmi, haliyle düşünsel atalarından aldığımız ilhamla, tekrar toplumsallaştırma yolunda adımlar atacağız böylelikle.

Malum, kadınları ezmenin tarihi hiç bir zaman bütünüyle ezmek şeklinde değil de kadınlara gene bir iki oyalayıcı oyuncak vererek yaşanmıştır. Eski Yunan'da güzel olan erkek ve delikanlılarken, rönesansta meryemci bir ideolojiyle (zira çocuk sahibi olmada bile erkeğe ihtiyaç yoktur belki de) güzellikte sıra kadına gelmiştir. Dolayısıyla, kadınların sömürülmeye gönüllü olmalarını sağlamak da artık daha kolay olmuştur. Veganizm bu eşitsizliği, benzer şekilde tespit edebilmektedir. Keza, türcü hayvan ayrımcılığı da benzer bir yol izleyerek, hayatlarımızın her anına sızmıştır veganizme göre. Diğer bir ifadeyle, cinsiyetçilikten kurtulmak da etçillikten kurtulmak gibi, benzer bir mücadele izlemektedir. Bunun adı da en basit ifadesiyle, yadsıma politikasıdır. Et yadsındığı gibi feminenlik de yadsınmalıdır.

Sözünü ettiğimiz eleştiriler, kimi yaklaşımlarca, burjuvazi eleştirisi olarak da okunabilmektedir. Burjuvaziye özenerek, "kadınlığı" bırakıp "hanımefendi (lady)" olmaya çalışan kadınlar ve evinde kaynattığı mercimek çorbasını somon füme'ye tercih eden sonradan görme kasabalılar da, benzer bir sınıf çelişkisi yaşamaktadır. Dolayısıyla, illa ki Marks'ı takip etmek isterseniz, iktisadi sınıf farklılıklarını beslenme diyetleri ve kültürleri üzerinden de okuyabilirsiniz.

Önerdiğimiz çözüm önerisi, yani yadsımacılık, elbette kimi handikaplara gebe. Sıklıkla negativist çözüm olarak adlandırılan, dışlama ve yadsıma tandanslı çözümler, malum olduğu üzere, neyi yapmamanız gerektiğini ifade etmekte. Peki yapılması gerekenler neler?

Eti yadsımayı içine kapanık ve gürültüsüz yapan vejetaryenlere "sessiz vejetaryen" diyorum. Sessiz vejetaryenler, sessizdir! Siz sormazsanız, otobur olduğunu beyan etme gereği bile duymaz. Politik değillerdir, ama kendi dünyalarında, kurban bayramlarında evlerinden çıkmadıklarından, mutludurlar. Dolayısıyla, etten, negativist bir manada sıyrılmışlardır. Fakat, bizler gibi, politik olarak da angaje olmuş otoburlar, sessiz kalmayız, kalamayız. Kendimizi negativite üzerinden tanımlamaktansa, otoburluğun, ekolojik, kültürel, iktisadi, vicdani kazanımlarını vurgularız. "Et yemeyen" değil, "dünyaya ve hayvanlara fayda sağlayan" olarak niteleriz kendimizi örneğin. Dolayısıyla, ilk etapta kendini negativist olarak gösterse de, otoburluk aslında, negativist bir anlayış değildir.

Keza, feminenlikten arınmak da, sırtınızdan çıkarıp attığınız sahte kürklerle tanımlanmamalıdır. Kadının metalaşmaması ve özgürleşmesi ile özgür ve eşitlikçi cinsellik mücadelesine bir katkı olarak görülmelidir bu çaba. de Beauvoir'ın dediği gibi "kadın doğulmaz, olunur". Diğer bir deyişle, kadın olmanın "gerektirdiği" moral eforun, benzer motivasyonları otoburlukta saklıdır. Nacizane önerimiz, sözü edilen motivasyonların hayvan özgürleşmesi mücadelesinde olduğu kadar, kadın özgürleşmesi mücadelesinde de kullanılmasıdır.

Sonuç olarak, (tahakkümcü) erkeklerin yarattığı popüler ve güncel kadın imajının vegan yapısökümü aslında kadınların öyle ya da böyle sahiplendiği kimi emarelerin reddinde bize kolaylık sağlamaktadır. Zira, feminizmin sıklıkla analizini sunduğu beden politikaları bağlamında, otoburluk da bir beden politikasıdır ve de otobur kültür ve politika incelemelerinde, bu perspektif göz ardı edilmemelidir. Diğer bir ifadeyle, pirzolayla fondötene denk muamele yapmak gerekmektedir.

Bu mudur ciddiye almak, evet budur!

Teşekkür Bu yazı Cem, Şeyda, Tali ve Utku'nun katkılarıyla şekillenmiştir. Teşekkürler.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.