Web Analytics
Hayvanı Yememek - Bir Peter Singer Okuması | Can Başkent

Can Başkent

HAYVANI YEMEMEK - BİR PETER SINGER OKUMASI

CAN BAŞKENT

0. Giriş

Ahlak felsefesi, değindiği konuların bir tümellik olarak tüm insanları ilgilendirmesi nedeniyle aşina bir popülerliğe sahiptir. Ahlak felsefecileri bu popülerliğe kimi zaman şaşırtıcı ve hatta gülünç, kimi zaman da uyku kaçırıcı ve hatta rahatsız edici; ancak felsefi ve mantıksal olarak doğru ve geçerli gözlem ve tespitlerle ulaşmaktadır. Son otuz yılda, Peter Singer benzer gözlemleri sıklıkla dile getirmiştir. Örneğin;

"Çocuk oluşumuna yol açmayan her tür cinsellik, çok da uzak olmayan bir geçmişe dek, en iyi ihtimalle ahlaksız bir şehvet, en kötü ihtimalleyse de bir sapıklık olarak görülüyordu. Birer birer bu tabular düştü. Seksi üremeden ayırmak için doğum kontrol hapı kullanmanın yanlış olduğu fikri şimdilerde ziyadesiyle tuhaftır. (...) Fakat, her tabu da çökmüş değildir. Partilerde köpekleriyle seks yapmanın ne kadar iyi olduğunundan söz eden birini duyudunuz mu? Muhtemelen hayır. Hayvanlarla seks hala bir tabudur."
[15] [çeviri benim - CB]

Sıradan görünümlü, ancak ahlak zemininde türlü türlü ötelemesi olan bu gözleme dair kimi açılımları diğer bir yazımızda açıklamaya gayret etmiştik [1]. Ancak, bu yazıda elimizden geldiğince kapsamlıca üzerinde duracağımız Singer örneğine değinmeye başlamazdan önce, biraz önce çıtlattığımız gibi, ahlak felsefesinin kimi bilindik ama hala değerini kaybetmemiş bir iki konusu üzerinde durarak, heyecan verici bir araştırma alanı olan uygulamalı ahlak felsefesini de gündeme taşımaya gayret etmiş olalım.

1. Uygulamalı Ahlak Felsefesi Örnekleri

Uygulamalı ahlakın nasıl bir saha olduğu hakkında bir fikir sahibi olmak, Singer'ı okumamızı kolaylaştıracaktır. Şimdi, ahlakın uygulamalarına dair bir kaç başat örneği hatırlayalım.

Genellikle dini gerekçeler nedeniyle ciddi bir sorun olan kürtaj hakkı, uygulamalı ahlak felsefesi sahasında derinlemesine incelenen başlıca konulardandır. Bilhassa, son yıllarda gelişen genetik bilminin de katkısıyla, bu tartışmalar git gide derinleşmiştir. Biz burada, nispeten öznel nedenlerle, en sevdiğimiz ve aslında literatürdeki en "ünlü" makalelerden biri olan M.I.T filozofu Judith Jarvis Thomson'ın, 1971'de yayınladığı "A Defense of Abortion" (Bir Kürtaj Savunusu) makalesine değineceğiz [16].

"Bir sabah uyanıyorsunuz ve kendinizi şuuru kapalı bir kemancıyla sırt sırta yatakta buluyorsunuz. Şuuru kapalı kemancı, ünlü bir kemancı. Kemancının, ölümcül bir böbrek hastalığı olduğu ortaya çıkmış ve 'Müzik Severler Derneği' mevcut bütün tıbbı kayıtları taramış ve sadece sizin, işe yarayacak kan tipine sahip olduğunu bulmuş. Dolayısıyla, bu derneğin üyeleri sizi kaçırmış ve önceki gece de kemancının dolaşım sistemini sizinkine bağlamış. Böylelikle, sizin böbrekleriniz, hem kendi kanınızı hem de kemancının kanını temizlemekte kullanılabilecek. Eğer, kemancının sizle olan bağı kesilirse kemancı ölecek, ama [böyle bir şey yapmazsanız] dokuz ay içinde iyileşip, size zarar vermeden, sizden tamamıyla ayrılabilecek."
[16] [çeviri benim - CB]

Thomson, makalesinde ayrıca, sizin yasal ve hukuki bir sorun yaratmaksızın, kemancıdan kendi bedeninizi ayırabileceğinizi, ancak bunun kemancının ölümüne sebebiyet vereceğine de değinmektedir senaryonun bir varsayımı olarak. Tüm bu kurguyu takip eden soru bellidir: "Acaba, kemancının iyileşmesi için dokuz ay ona bağlı kalmak ahlaki bir doğru mudur?". Thomson, kemanıcının kendi böbreklerinizi kullanmasına izin vermenizi, sizin "iyiliğiniz" olarak okur. Ancak, Thomson'a göre iyilik yapmak zorunda değilsiniz; kaldı ki, kimsenin de sizden bunu talep etme hakkı yoktur. Thomson, bu düşünce deneyini, kürtaja bağlar ve benzer çıkarsamalarda bulunur.

İyilik yapmanın bir ahlaki zorunluluk olup olmaması, refah devletlerinin filozofları tarafından hayli tartışılmıştır. "Zengin olma ahlakı" ya da daha genel geçer adıyla "alturizm" benzer şekilde, Marksçı ya da anarşist olsun olmasın, bir çok filozof ve araştırmacı tarafından didik didik edilmiştir. Louis Pascal da bu düşünürlerden biridir.

Pascal söyleşi makalesinde oldukça sarsıcı bir örnek verir [6]. Farz edin ki, eski zamanlarda diktatör bir kralın yönettiği bir ülkede yaşıyorsunuz. Kral, canı sıkıldığı bir gün, tebaasından rasgele 11 kişi seçiyor. Seçilen 11. kişiye, kral bir seçenek sunuyor. Eğer, 11. kişi kendi hayatını feda ederse, kral 10 kişinin hayatını bağışlayacak; aksi takdirdeyse 10 kişiyi öldürüp, 11. kişiyi serbest bırakacak. Louis, konuşmasının bu aşamasında, dinleyiciye sorar: "Kendi hayatınızı, daha önce hiç tanımadığınız rasgele seçilmiş 10 kişi için feda eder misiniz?" Elbette, Pascal bu kararın zorluğuna işaret ederek sorusunu modifiye eder: "Kendisini feda etme ihtimalinin %50'den fazla olduğunu düşünenler lütfen el kaldırsın!". Dinleyicilerin yaklaşık üçte birinin el kaldırdığını gördükten sonra, Pascal sorusunu biraz değiştirir: "Peki, kendi hayatınızı feda etmek yerine, 20 yıl hapiste kalmayı kabul ederseniz, diğer 10 kişinin hayatı bağışlanacak. Bu durumda ne yaparsınız?". Dinleyicinin üçte ikisi, hapse girmeyi göze alacaklarını olumlayarak ellerini kaldırır. Pascal, soruyu tekrar değiştirir. "Kendi hayatınızı feda etmek yerine, hayatınızı minimumda idame ettirmek için gerekli olanlar dışında gelecekte kazanacaklarınız da dahil bütün paranızı vermeyi kabul ederseniz, diğer 10 kişinin hayatı bağışlanacak. Bu durumda ne yaparsınız?". Diğer bir deyişle, fiziksel sağlığınızı etkilemeyecek derecede fakir olmayı göze alarak, 10 kişinin hayatını kurtarmayı göze alır mısınız? Diğer bir ifadeyle Pascal'ın altını çizdiği gibi "eğer zengin kalmak istiyorsanız, insanlar ölecek; eğer fakirleşirseniz, insanlar yaşayacak". Dinleyicilerin tümü, ellerini kaldırır 'evet' anlamında. Sonra, Pascal, dinleyicisinin ünlü bir üniversitenin, iyi kariyer vaadeden öğrencileri olduğunu anımsatıp ekler. "Sizler, iyi bir üniversite mezunu olarak, yaklaşık 10.000$ kazanacaksınız yılda ve dahası sizin hayatınızı minimumda idame ettirmeniz için bunun 2.000$'ı yeterlidir. Dolayısıyla, paranızın kalan 8.000$'ını lükse ve şatafata harcayacaksınız. Fakat, UNICEF istatistiklerine göre, bu paranızla 40 yılda, açlıktan Afrika'da ölecek 10 kişinin hayatta kalmasını sağlayabilirsiniz. Fakat, yaşamayı planladığınız hayatı sürdürürseniz, kokteyl partilerinizden vazgeçmeyip, 10 kişinin ölmesine sebebiyet vereceksiniz. Bu, açgözlülük değil, cinayettir." (rakamlar, 1970 yılı istatistikleri) [6].

Ötenazi ve/veya yardımlı intihar literatürü de benzer şekilde, hayatın, her zaman yaşamaya değer olmayabileceğini ötelemesi minivalinde oldukça sarsıcı gözlemler, düşünsel deneyler ve çıkarsamalarla doludur [3]. Felsefe literatürü, "seksin neden özel olduğunu" tartışan makalelerden tutun da, "insanın geçmişinden ne kadar sorumlu tutulabileceğine" değin türlü türlü ahlak tartışmalarını da gündeme taşıyabilmiştir. Hatta, liberter kanat bu konuda oldukça sarsıcı tartışmalar yaratmıştır. Günümüzün en çok tartışılan City University of New York filozoflarından Mike Levin de, benzer şekilde, ırkın ve ırk genetiğinin ahlaki ve politik rolüne sarsıcı bir şekilde değinmiştir [5]. Konumuzdan daha da sapmayalım ve bu heyecan verici konuların irdelenmesini şimdilik okura bırakalım.

Bağlayalım. Ahlakın, en heyecan verici yanı, çok uç örnekleri ve dini bir kenara bırakırsak, yaptırımının olmamasıdır. Dolayısıyla, bu satırların yazarı dahil, bir çok insanın hayal ettiği suçsuz ve cezasız topluma ulaşmada aslında, ahlak felsefelerine derinlemesine dalmak, yeterli olmasa da gerekli bir koşuldur. Bu yazıyı yazarken, aklımızda bu olacak.

2. Singer'ı Okumak

Peter Singer'ın dünyaca ünlü, hayvan özgürlüğü hareketinin başucu kitabı olarak değerlendirilen çalışması "Hayvan Özgürleşmesi", insan olmayan hayvanların ontolojik statüsüne dair önemli tespitler içermektedir (bu yazıda, insan türü dışındaki hayvanları "insan olmayan hayvanlar" olarak anmak niyetindeydik politik doğruluk adına. Ancak, bu ifadenin, yazının okunurluğu sekteye uğratması nedeniyle, alışıldık kısaltmayı kullanacağız). Türkçe dahil 18 dilde yayımlanan kitap, yarattığı tartışmalarla oldukça ses getirmiştir. Kitap, ABD'de İngilizce'de yayınlandıktan 2 yıl sonra, 1977'de, ilk olarak Hollandaca'ya çevrilmiştir. Zira, muhtemelen bu ve benzeri nedenlerle, Hollanda, hayvan özgürleşmesi ve vegan hareketin, Avrupa'daki önemli odak noktalarından ve kümeleşme merkezlerinden biri olmuştur. Dolayısıyla, bu kitap, sosyal hareketler minvalinde de, oldukça etki yaratmış ve üniversite felsefe bölümlerinin mermer koridorlarından, sokaklara taşan ilk hayvan özgürleşmesi kitaplarından biri olmuştur. Hatırlanacaktır, 2003'te İstanbul'da düzenlenen, Uluslararası Felsefe Kongresi'nin o yılki teması "dünya sorunları karşısında felsefe"ydi. Peter Singer da bu minvalde, davetli konuşmacılardan biriydi en büyük uygulamalı ahlak filozoflarından biri olması nedeniyle. Singer'ın ABD işgallerine ve savaşlarına da atıfta bulunan konuşması, çeşitli yerlerde incelenmişti, burada bunlara tekrar değinmeyelim. Kısacası, Singer özelinde, felsefenin nihayet politikaya göz kırpmaya başladığını iddia edebiliriz. Fakat burada, uzun yıllardır ABD'de Princeton Üniversitesi'nde, ayrıcalıklı bir felsefe kürsüsüne sahip olan Singer'ın, felsefeciliğine ya da kendisinin Avustralya'da Yeşiller'den milletvekili adayı olup, Yeşiller'in rekor oylarından birini almasına rağmen gene de seçilememesine değinmeyeceğiz. Bunun yerine, Singer ahlakının pratikliğine güzellemeler yaparak, ahlakın en önemli vazifelerinden biri olan tutarlılığı nasıl da sarsıcı bir şekilde becerdiğini göreceğiz.

3. Başka Bir Beslenme Mümkün

"Hayvan Özgürleşmesi" kitabının, hayvan özgürlüğü ('hayvan hakları' değil) mücadelesinin başucu eseri olmasının nedenini Singer tek cümleyle kitabının girişinde açıklar:

"Bu kitap, insanların, insan olmayan hayvanlar üzerindeki tiranlığıyla ilgilidir"
[9] [çeviri benim - CB]

Ahlaki zeminde bu tiranlığı sona erdirmeye girişmezden önce, hayvan özgürleşmesi hareketinin, kimi güncel ve radikal kanatlarına değinmekte fayda olacaktır. Uluslararası bir hareket ve eylemcilik tandansı olarak, "Hayvan Özgürlüğü Cephesi" (ALF - Animal Liberation Front), şiddetten arınmış doğrudan eylemleriyle, bir çok hayvanı özgürleştirmiş ve hareketin özellikle Kuzey Amerika'da büyümesinde etkili olmuştur [4]. ALF kadar radikalleşmeyenlerse, en azından vejeteryanlığı yaygınlaştırmaya çalışıp hayvan tutsaklığının engellenmesi yönünde propaganda yaparak, liberal bakışla milyarlarca dolarlarla ölçülen bir ev hayvanı pazarına; muhafazakar bakışla ise, hareketin politik köklerini yok sayılmasına yol açmıştır. Elbette anaakım hareketin katkılarını yok sayma küstahlığını göstermeyeceğiz. Her politik harekette yaşanan varyasyonların, bu harekette de olabileceğini anımsamak, bu minvalde yerinde olacaktır. Akademik sahada da, bir çok önemli felsefecinin ilgisi de konuya yönelmiş ve hatta çok popüler olmasa da, bu konuları kapsayan hakemli akademik dergi de yayınlanmaya başlamıştır.

Eşitlik ilkesini göz önüne alan bir ahlak felsefesi, acaba neden ve nasıl hayvanları da kapsar? Anımsanacaktır, zencilerin, kadınların, eşcinsellerin de eşit bireyler olduğunun kavranması uzun ve zorlu mücadeleler sonunda nispeten sağlandı. Ancak, yoksullar bu hakkı zigzaglara rağmen hala tam olarak edinemedi. Peki, açlık ve yoksulluk hala bu kadar yaygınken, hayvanların eşitlik hakkına haiz olmaları ne kadar doğrudur? Singer bu durumu şöyle analiz eder:

"Kendi türünümüzün her üyesine genişletilmesi gerektiğini çoğumuzun kabul ettiği temel eşitlik ilkesinin, diğer türlere de genişletmemiz gerektiğini ileri sürüyorum."
[9] [çeviri benim - CB]

Dikkat edelim, ele aldığımız konu, insanlar arasında bu eşitliğin neden sağlanamadığı ya da sağlanıp sağlanmaması gerektiği değil. Odak noktamız, bu eşitlik ideasının tüm insanlar arasında bütünüyle sağlanmış olamamasına rağmen, diğer biyolojik türleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğidir. Dolayısıyla, akla ilk gelen "Hayvanlar mı yoksa yoksullar mı önceliğe sahip olmalı?" gibi bir soru, konumuzun odak noktasını ıskalamaktadır bütün o manüplatifliğine rağmen.

Hayvanlara, acıma zemininde sahip çıkıp, onların da göz önüne alınmasını öne süren yaklaşımlar, acı çekmeleri nedeniyle, hayvanlarla insanların aynı kategoriye konabileceğini iddia eder. Peki, "acı" nasıl birden bire bu kadar önemli bir kriter oldu?

Bu sorunun iç burucu ve sarsıcı yanıtı, ahlaki kategorileri belirlerken kullanılabilecek kimi kriterleri yakından incelediğimizde belirecektir. Fiziksel kuvvet, akli yeterlilik, parasal/finansal yeterlilik örneğin ahlaki kategorileri belirlemekte kullanılagelmiştir. Yunan site örgütlenmelerinde, kölelerin ve cariyelerin vatandaş sayılmamaları, onlara reva görülen muamelenin gerekçelendirilmesinde de benzer şekilde kullanılmıştır. Diğer parametrelerin de ne kadar kusurlu olduğu da rahatlıkla görülebilir.

Burada bilhassa üzerinde durmak istediğim, yukarıda da ima ettiğim gibi, (bedensel ve/veya zihinsel) engelliler. Özellikle ötenazi tartışmalarının sıklıkla atıfta bulunduğu bir kategori olan engelliler, ahlak felsefesi açısından hassas ve dikkatli bir ilgiliyi hak etmektedir. Bedensel engellerin, bireyleri, insanı insan yapan haklardan mahrum bırakmakta ancak faşizan bir parametre olarak değerlendirilebileceği artık neredeyse konsensüs haline geldi. Ancak, zihinsel engeller söz konusu olduğunda böyle bir konsensüse erişmek hala zor görünüyor. Singer da, bu noktanın takipçilerinden biridir. İleri derecede zihinsel engellerle doğan ve hayatı boyunca fiziksel ve psikolojik acı çekeceği bilimsel ve tıbbi olarak kesin olan yenidoğanların, yardımlı ya da yardımsız ötenaziyle ölmesini yadırgamayan ve yer yer de destekleyen Singer, aslında çok da şaşırtıcı bir bakış açısını temsil etmemektedir. Daha önce belirttik, kimi zaman, insanların ölmesi ahlaki bir sorun oluşturmaz, kimi zaman kimi insanların "çekip gitmesi" gerekebilir [3]. Dahası, örneğin omuriliksiz doğan bir bebeğin hayatı boyunca yaşam destek ünitesine bağlı yaşamaya zorlamak, sözü edilen bebeğin hayatının değerini ilave zorlamalarla yükseltmeye çalışmaktır. Kaldı ki, bir çok sosyal psikoloji makalesinde de değinilir: sözü edilen ağır zihinsel engellilerin ebeveynleri dahi, çoğu zaman sözü edilen insanların fişlerinin çekilmesini talep edilebilmektedirler. Peki sorun nerede? Sorunlardan biri, zihinsel kabiliyeti olmayan bir insan adına başkasının (ebeveyn, hekim, devlet, din vs.) karar verip, sözü edilen bireyi zorla yaşatmasıdır. Yaşamın bilfiil kendisinin dahi tabulaştırılıp ve akabinde de sözü edilen kurumların yaşam üzerinde varoluşsal bir egemenliğini teyit etmek, ne politik, ne sosyal, ne de ahlaki açıdan kabul edilebilir değildir. Yaşamı bahane ederek, insanları ebedi çileye mahkum etmek yaşam sevgisi değil, insanları yaşamakla cezalandırmaktır.

Yaşamın kimi zaman yaşamaya değer olmayacağına dair örnek düşündüğümde belleğim türlü türlü akıl almaz trajedileri anımsatıyor bana. Malum, herkesin, "böyle yaşamaktansa, ölürüm daha iyi" dediği ya da diyeceği bir çok senaryo yazılabilir. Eh, aslında çoğumuza malum bir sonucu çıkarmadan edemiyorum. Demek ki, kimi zaman "yaşamasak da olurmuş". Zira, kimi zaman, kimi acılar tedavi edilemez ve kimi acılar da zamana gömülemez. Dolayısıyla, bir insanı zorla yaşatmak da kimi zaman işkenceye dönüşebilir. İşkenceye karşıysak, katlanılamaz acılara meydan verdiği vakit zorla yaşatmaya da karşı olmalıyız.

Fakat, elbette böyle düşünmeyenler de var. Haziran ayının başlarında hayatını kaybeden engelli hakları savunucusu Harriet Johnson, önemli çıkışlarından birini, Singer'a karşı yapmıştır. Singer "Hayatı ve Ölümü Yeniden Düşünmek" başlıklı konuşmasında, acıdan sakınmanın kabul edilebilir bir şey olduğuna değinip, ebeveynlerin ya da hekimlerin, beyin fonksiyonu yetmezliği, omurilik oluşumu gecikmesi gibi aşırı bedensel ve/veya zihinsel özürle doğan bebeklerin öldürülmesine izin vermesi gerektiğini savununca, kendisi de bir bedensel engelli olan Johnson, beklendiği gibi itiraz etmiştir. Oysa Singer'a göre, yenidoğanlar, insan olmayan hayvanlar gibi ne rasyoneldirler ne de kendilerinin farkındadırlar. Dolayısıyla, bilinci ve aklı olmayan hayvanların ölmesine dair kullanabileceğimiz ahlaki ilkeler, biyolojik tür bir kriter olamayacağı için, aklı ve farkındalığı olmayan yenidoğanlara da uygulanabilmelidir Singer'a göre [17]. Singer'la Johnson'un bu tartışmasını, Johnson'un 2003 Şubat'ında New York Times'a yazdığı makale takip etmiştir. Okuru, konudan çok sapmamak adına, bilindik argümanlarla örülü bu makalelere yönlendirmekle yetinelim.

Fiziksel acı meselesine dönelim. Acı, benzer şekilde, biyoloji literatürüne bakmaya üşenmezseniz eğer, insanda da, hayvanda da denk şekilde işlemektedir. Hayvanlar da, insanlar da acıdan kaçmakta, acıya benzer tepkiler vermekte; akılları ve duyuları sayesinde acı verici şeylerden sakınmaktadırlar. Kimi aklıevveller, bu noktada bitkilerin de, sinir ve hormon sistemi olmamasına rağmen, acı çektikleri gibi temelsiz ve gülünç bir iddia ortaya atmaktadır. Fakat, Darwinci olsun ya da olmasın, biyolojik kuramlar, konum itibariyle kökleri nedeniyle sabit bir canlı türü olan bitkilerin acıdan kaçamayacaklarını, dolayısıyla, sürekli "işkence çekeceklerini", haliyle, bu şekilde bir biyolojik gelişimin de olamayacağını belirtmektedir. Aksi takdirde, bahçenizdeki ağacı budamaya çalıştığınızda, kollarını kesmek istediğiniz bir atın verdiği tepkiye denk bir tepkiyle karşılaşmanız gerekirdi. Dolayısıyla, eğer hayvanlar da bizim gibi acı çekiyorlarsa, neden onları dolaylı ya da doğrudan bir şekilde öldürüyoruz?

Türcülük olarak adlandırılan bu ayrımcılık türü, en basit ifadeyle, farklı biyolojik türden olmalarına dayanarak, diğer canlılara kötü muamale edilmesini tanımlar. Sokaktaki kedileri tekmelemekten ormanları yakmaya dek bir çok patoloji, benzer bir zihnin ürünleridir sosyolojik faktörleri hariç tuttuğumuzda. Öte yandan, Johnson-Singer tartışmasında da çıtlattık, türcülük, insan türünün diğer türlerden politika ve ahlak zemininde üstün görmemeyi de öteler. Bakınız, bu elzem bir noktadır.

Türcülük, düşünce tarihine yakından baktığımızda berraklaşacaktır, yazının başında da belirttiğimiz gibi özgürlük halelerinin birer birer genişletilmesinde önümüze çıkan aşamalardan biri olarak rahatlıkla okunabilir. Gene de kaygılanmamak elde değil, acaba "çok mu uçuyoruz"? Sırada, çam ağaçlarını ve elektirik prizlerini özgürleştirmek mi var yoksa? Elbette bu manasız soruların arkasında malum bir muhafazakar itki var. Kimlerin, kimler tarafında nerede ve nasıl ezileceğine karar verebilecek bir "otoritenin" varlığıyla birlikte, benzer şekilde, kimin kimden nasıl özgürleşeceğine karar verebilme hakkına sahip bir mercinin varlığını meşrulaştırmak da bu soruların geriplanında kendini somutlaştıran politik kusurlardan bazıları olarak beliriyor. Kısa keselim, türcülük, bir sosyal mücadele olarak, neredeyse ilk defa, ezenin ezen olmaktan vazgeçtiği bir politik sahadır. Türcülük hareketinde, elbette insan olmayan hayvanlar, insanlara baş kaldırıp bir hak talebinde bulunmamışlardır. Hayvanların doğrudan ya da dolaylı ölümüne ve işkencesine neden olan insanlardan bazıları, ahlaki ve politik ilkelerle, bu edimlerinden vazgeçmiştir. Bu minvalde, türcülük, düşünceler ve toplumsal hareketler tarihinde oldukça istisnaidir.

4. Bir Hırka...

Hayatı minimumda yaşayıp, diğer insanların haklarını lüks sarfiyatlarla gasp etmemeyi, Singer kimi zaman beklenenden ileri götürür. Hemen soralım: "acaba, dünya kaynaklarını tüketme hakkımız neyle sınırlanmalıdır?". Elbette, burada sıradan pratik sınırlamaları dikkate almayacağız. Asgari ücretle geçinmek zorunda olan bir insana, Karayipler'de yaz tatili yapmanın ahlaki olarak doğru olup olmadığını sormayacağız. Tekrar hatırlatalım, odak noktamız ahlak ilkelerin doğası, gelir dağılımının iyileştirilmesi değil. Öte yandan, ahlaki ilkelerin de, gerek zengine gerek fakire eşit uygulanması gerektiğini hemen hatırlatalım.

Stoik çileciliğin ötesine geçecek bir politik ve ahlaki sefaletçilik nasıl yaratılabilir peki? Singer örneği bu konuda ikoniktir, zira kendisinin maaşının üçte birini Oxfam ve UNICEF'e bağışladığı artık bilinen bir gerçek. Öte yandan, bir Princeton profesörünün maaşı düşünüldüğünde, bunun üçte ikisi de aslında fena para değildir zaten hali hazırda.

Ahlak felsefesi, bireysel çözümler önerirken, bunun örtülü bir şekilde Kantçı yaklaşımı da olumlarcasına, tüm topluma genelleştirilebileceğini, dahası bu genelleştirilmenin de, değinilen ahlaki zorunluluğun bir parçası olduğunu iddia eder. Zira ahlak, birey A, birey B ya da komünite C'ye mahsus değil, aksine tüm insanlığın eşit derecede hizmetinde olan bir nosyondur. Dolayısıyla, bu toplumculuk zemininde ahlakın politikaya yol verebileceğini görmek zor değil.

Anarşizmin, ahlak felsefelerinde katkısının en bariz olduğu noktalardan biri, mülkiyet hakkının naif bir transferinin ötesine geçemeyen devlet sosyalizminin aksine, radikal bir şekilde mülkiyet hakkını Proudhon'dan beri sert bir şekilde reddetmesidir. Sadece yol açtığı ekonomik katastrofi nedeniyle değil, evrensel eşitlik ilkelerini ihlal etmesi nedeniyle yarattığı toplumsal ahlaksızlığın normalize edilmesini kolaylaştırmasına binaen, mülkiyet hakkı "kötüdür". Ancak, Mill'den beri, Singer dahil olmak üzere, utiliteryan düşünürlermülkiyet hakkının per se olarak kötü olduğunu göz önüne almamışlardır.

Dolayısıyla, nicelik bağlamında, ahlaklı olma kaygısıyla, kişinin kendi hayat kalitesini ne kadar düşürmesi gerektiğini tasavvur etmeye başlamadan önce, tüm bu meselelerin gündeme gelmesini zorunlu kılan "mülkiyet hakkını" tartışmak temel bir aciliyet teşkil etmektedir. Anarşizmin bu tartışmaya katkısı, yukarıda da değindik, mülkiyetin kimin elinde olduğunu bir kenara bırakarak mülkiyet fikrinin bizatihi kendisini eleştirmesidir. Anarşizmin ortaya koyduğu ve uygulamaya sık sık geçirdiği sınırsız paylaşımcılık ve takasçılık, çok derinlemesine incelemeyelim burada, ilk aklımıza gelen örneklerdendir.

Görünen o ki, eşitlik hakkının kısa bir tartışmasını yapmak yerinde olacaktır. Singer özelinde, utiliteryan ahlak, eşitlik ilkesinin, eşitlere eşit muamele gerektirdiğini iddia etmez. Zira, eşitliğe konu olan durumların ve nesnelerin, özneler üzerinde farklı faydaları vardır. Örneğin, açlık çeken bir insanın yiyecek ihtiyacı ile tok insanın ihtiyacı farklıdır. Ancak buna rağmen, aç da tok da, yiyecek hakkı zemininde eşittir fakat ihtiyaçları farklıdır. Sözünü ettiğimiz bu nokta, ilk bakışta göreli (relatif) bir ahlak anlayışı gibi görünse de, klasik mutlakiyetçi ahlak yaklaşımlarından tek farkı, bir parametre olarak özne ihtiyaçlarını da hesaba katmasıdır.

5. Akılcı Ahlak

Kimi radikal politika kanatlarının en problematik marazlarından biri, ahlakı ezbere dışlamasıdır. Ancak, burada da teşhis ettiğimiz rasyonel ve/veya akılcı ahlak söz konusu olduğunda, ahlakın dışlanması, ahmakça bir şekilde politikaların gettolara sıkışmasına ve sonrasında da kör şiddetin bu politikalara dahil olmasına neden olmaktadır. Uzunca süredir hassasiyetini koruyan Paris gettolarındaki çatışmalar, aklımıza gelen ilk örnek.

Dolayısıyla, kimi zaman, bitkisel hayatın dışında bir bilince sahip olamayacak yenidoğanların hayatlarını kaybetmesine yol açacak olsa da, bu rasyonel ahlak, bireysel ahlak tercihlerinin ötesine geçip, bir sosyal politika bileşeni olabilecektir.

Kant ahlakına içkin olan, ilkelerin evrenselleşmesi gerekliliği ve benzer şekilde eşitliğin, biraz Kant'ı meşru şekilde ihlal ediyor olsak da, örtülü olarak öteleniyor olması, yeni özgürlükçü toplumsal politikaların, bu yazıda içten içe ima ettik, bir bileşeni olmak zorundadır.

6. Sonuç

Bu yazıda, Singer özelinde uygulamalı ahlaka değindik. Ahlakın uygulamalısıyla, politika arasında, bu yazıdaki örneklerden hatırlanacaktır, içkin bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi somut örnekler üzerinde incelemek de, kah ahlakın somutlaşmasına kah politikanın cisimleşmesine elzem katkılar sunacaktır.

Yaşamın değerinin sorgulanmasını sağlamak, öte yandan, ahlakın bana kalırsa birincil görevlerindendir. "Hangi hayat, ne zaman ve niçin yaşanmalıdır?" gibi beylik ama bir o kadar da felsefi arkaplana sahip soruların cevabını tatmin edici şekilde verebilme kabiliyetinin gösterilmesi, ahlaki olduğu kadar, içinde yaşamayı düşlediğimiz ve umuyorum ki uğrunda mücadele ettiğimiz dünyanın nasıl biçimlendirileceğine karar verme zemininde de politik bir aciliyete sahiptir. Singer okumak, ezber bozmanın yanında, içinde yaşamak istediğimiz dünyayla çıplak bir yüzleşme anlamına gelmektedir.

Kaynaklar

Her kaynağa birebir doğrudan atıf yapma gereği görmedik. Dolayısıyla bu kaynakça, aynı zamanda, konuya dair bir okuma listesi olarak da görülebilir.

[1] Başkent, Can; "Hayvana Şiddet İnsana Şiddettir", Toplumsal Ekoloji (yakında); online versiyon: www.canbaskent.net
[2] Başkent, Can; "Yedi Anarşist Günah: 3- Avaritia"; izinsiz gosteri, www.izinsizgosteri.net; online versiyon: www.canbaskent.net
[3] Başkent, Can; "Ölmenin Anarşist Ahlakı"; izinsiz gösteri; www.izinsizgosteri.net; online versiyon: www.canbaskent.net
[4] Başkent, Can; Usta, Utku; Sarıkaya, Alper; "Hayvan Özgürlüğü Cephesi" röportajı, yıl. www.canbaskent.net
[5] Levin, Michael; Why Race Matters?, New Century Books
[6] Pascal, Louis; Judgement Day; Applied Ethics (editor: Peter Singer), Oxford University Press.
[7] Singer, Peter; Hayvan Özgürleşmesinin 30. Yılı; Birikim Dergisi; online versiyon: www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=275&dyid=4233
[8] Singer, Peter; One World, Yale University Press.
[9] Singer, Peter; Animal Liberation, Pimlico Press.
[10] Singer, Peter (editor), Applied Ethics, Oxford University Press.
[11] Singer, Peter; Should We Talk About Race and Intelligence?; www.project-syndicate.org/commentary/singer30
[12] Singer, Peter; Madonna and Child; www.project-syndicate.org/commentary/singer17
[13] Singer, Peter; The Ethics of Eating; www.project-syndicate.org/commentary/singer12
[14] Singer, Peter; The Right to Be Rich or Poor; New York Review of Books, 6 Mart 1975, online versiyon: www.nybooks.com/articles/9252
[15] Singer, Peter; Heavy Petting; Nerve 2001; online versiyon: www.utilitarian.net/singer/by/2001----.htm
[16] Thomson, J. "A Defense of Abortion". Philosophy and Public Affairs 1:1 (1971): 47-66.
[17] Hevesi, Dennis; New York Times; 7 Haziran 2008. Online versiyon: www.nyt.com

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.