Web Analytics
Yıkanmamış Ispanak | Can Başkent

Can Başkent

YIKANMAMIŞ ISPANAK

CAN BAŞKENT

Tamam küstah bir his, kabul ediyorum. Hınzır gülümsemem, gudubet topluma ve kaygısız devlete rağmen insanların ölümünü meşrulaştırmıyor. Fakat, gene de içimden bir his, olacağı buydu diyor. Anlatayım.

Etten ilk uzak durmam zorakiydi. Yıllar öncenin ilk deli dana salgınında, mide bulandırıcı olsa da lezzetli olduklarını düşündüğümüz hamburgerleri ve köfteleri, sevdiğimiz hamburgerciden yemeyi bırakmıştık arkadaşlarımla. Korkuyorduk korkmasına da, işin garibi, hastalıktan ölme kavramı, her şeyin ötesinde bana, telaşla sakınılması gereken bir kavrammış gibi görünüyordu. Sanki ben trafik kazasıyla ya da çılgın sporların birinde zevkle ölmeliydim. Haliyle aptal bir köfte nedeniyle ölmek istemiyordum.

Deli danadan yıllar geçtikten sonra, aslında kabahatin danalarda değil bende (bizde) olduğunu hissettim. Tıpkı, ebola ya da Aids'i insanlara bulaştırmak gibi bir emeli olmayan Afrika maymunlarının bir "suçunun" olmadığı gibi, danalar da pek kabahatli değildi aslında.

Hali hazırda gündemi işgal ettiğini umduğum kuş gribi de neredeyse benzer bir izlenim yarattı bende. Alışıldık devlet kodamanlığı mı, "acaba panik mi yaratalım, ölümleri mi gizleyelim" gibi, içler acısı bir teze sahip yönetenlere sahip "yönetilenlerin" trajedisi mi kafama taktığım, bilmiyorum. Yoksa, her şeyden önce, tüm hastalığın bir tesadüfe ya da "elimiz kolumuz bağlı" açmazına indirgenmesini kabullenmemiz mi, hiç bilmiyorum.

Tarihi ve antropolojiyi seviyorum sevmesine de, bunlardan bir ders ya da sözümona diyalektik ve rasyonel sonuçlar çıkaramıyorum, çıkarmıyorum. İnsanların neden et yemeye başladığıyla, evrim sürecinde bunun etkileriyle ilgili çoğumuzun anlayabileceği dilde yazılı geniş bir bilgi birikimi var, kabul. Kişisel görüşüm bir yana, elbette her iki tarafta da, yani etoburluğun bizi biz yaptığını savunan tarafla etoburluğun bizi bizden uzaklaştırdığını savunan tarafa da, benzer bir anti-diyalektik kaygıyla uzak durmaya çalışıyorum. Etoburluğun "katkılarını", katkı olarak yorumlamak da, "zarar" olarak yorumlamak da, bana göre kusurlu. Dedim ya, geçmişin epistemolojik olarak bugünü bağlamasını kabullenemiyorum.

Bir az önce değindim, deli dananın ikinci çıkışında benim aklıma anca gelmişti bunlar. Acaba dana yiyenlerin hiç mi kabahatı yoktu. Durun durun, elbette toplumun kaygısızlığını, tıp denen küstahlık kümesinin "sorumluluğunu", kapitalizmin "oyunlarını" atlamıyorum. Ama, şimdi düşünmek istediğim biziz, onlar değil.

Anlatacağım ilk anekdot, Çiller dönemi mali krizlerinde, gazetelerde tonton ve sevimli görünmeye çalışan ama nedense benim türbanın şekliyle yaratmaya çalıştığı "hamarat" imajına ve gülümsemesindeki sevimsizliğe ısınamadığım yemek tarifçisi kadın ile ilgili. Tesadüfen görmüştüm açıklamasını ve diyordu ki, madem et alamıyoruz, eş değer besine sahip baklagilleri yemeliymişiz. Etten uzak durmak için kapitalizmin zorladığı et/süt/yumurta sanayisinden (bilimsel anlamında) ekonomik temelde uzak durmak kabul edilebilirdi benim için. Ama pahalılık ya da hayvan hastalıkları gibi belirli nedenlerle, insanların et ve diğer hayvan ürünlerinde geçici olarak uzak durması, bende yine benzer hisleri uyandırdı. Acaba, pahalı olmasında etin hiç mi kabahati yoktu? Hatırlarsınız, geçenlerde bir tavuk çiftçisi (!) açıkladı: besi tavukları Türkiye'de üretilen mısırın %70'ini tüketiyormuş.

Termodinamik öğrenmeyi, ve sonrasında da mısırdaki besin ve enerjinin tavuk yoluyla bize geçmesi halinde nicelik olarak ne kadar azalacağını anlatabilmek isterdim. Ama yine de, her şey bir yana, zorla çoğaltılıp üretilmiş (!) tavukların, insanların yemesi gerektiğini düşündüğüm tahıllarla beslenmesi, ve bunun için insanlara ayrılanın iki katı bir kotaya sahip olmalarını kavramakta zorlanıyorum.

Kuş gribinin yayılmasında bu kuşları yemenin pek rol oynamadığı çeşitli yerlerde yazdı, ben de ne akla hizmetse, bu bilgileri verili bilgi olarak kabul ediyorum bu yazıda. Diğer bir deyişle, yazıda hissettiniz, kuş gribi ile bu kuşları yemek arasında bir bağ kurmuyorum.

Fakat asıl kurmak istediğim bağ, politik bir kurum olarak tarım-hayvancılık ile insanlar arasında. Her ne haklaysa bir takım hayvanları (ve insanları elbette) egemenlik altına almaya çalışıyoruz, malum. Freud'den Marks'a; Kropotkin'den Foucault'a değin ne güzel bir bilgi birikimimiz var bu konularda. Fakat, hala anlamaya çalıştığım, ezilenlerin ve mağdurların, kendi mağdurluklarını gerekçelendirmekte, ezenlerin argümanlarını hangi motivasyonla kullanmak istedikleri aslında. Manipülatif olmamak için satır aralarını siliyorum ama, gene de insanların bu çabalarında ıspanakla tavuğu aynı kategoride değerlendirmelerine, artık; ruh sağlımı korumak ve misantrop olmamak için, gülüyorum mecburen. Gripli ördeğe, delirmiş danaya, nasıl yıkanmamış ıspanak muamelesi yapıldığını, her şey bir yana, bu tezlerin nasıl bu kadar yaygın bir şekilde toplumsal matrisimizde olduğunu kabullenmek istemiyorum benzer kaygılarla.

Egemenlerin emeğimiz ve hayatımız üzerine oynadığı oyunları artık teşhis edebiliyoruz. Midemiz ve doğa üzerine oynadığı "oyunlara" neden hala sırtımızı dönüp, bu sorunları naif buluyoruz anlayabilmiş değilim. Daha ne kadar bekleyeceğiz.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.